Message
“Yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı varlıklar” ifadesi, meleklerin, o an için yeryüzündeki “insansı”ları ve onların yaşantılarını tespit etmelerinden ileri geliyordu... Çünkü o sıralar yeryüzünde ilk “insan” var olmamıştı ve yalnızca “insansı”lar yaşamaktaydı!
Dikkat edilirse, Kur’ân-ı Kerîm’de Âdem’in ilk insan türünden bir varlık olduğuna dair hiçbir âyet yoktur! Kurân’daki bu açıklama “yeryüzünde Halife meydana getirileceği” yolundadır...
O devirde yeryüzünde bir tekâmül sürecinden geçerek bugünkü “insan”a son derece benzeyen; fakat zihnî fonksiyonlar yönünden düşünce, muhakeme gibi insanî vasıflardan yoksun; “homo-saphien” olarak adlandırılan, insan bedeninde hayvanlığı yaşayan topluluklar vardı... Ki biz bunlara “insansı” demekteyiz...
Bunlar, kişisel menfaatleri için birbirlerine her türlü zararı verebiliyorlar; kan döküp, fesat çıkarıyorlardı! Yaşamları yalnızca hayvansal düzeyde olup, yeme-içme, çiftleşme, olabildiğince her şeye sahip olma gibi son derece sınırlı bir şekilde devam ediyordu.
Elbette o zaman yeryüzünde en bilinçli varlıklar olan “CİN”ler de bunlar üzerinde istedikleri gibi tasarrufta bulunabiliyorlardı...
Melekler de kendi kapasiteleri ve gördükleri örnekler kadarıyla, “Halife” olacak “insan”ı, o an’a kadar yaşam süregelmekte olan “insansı”lar gibi değerlendirerek; yeryüzünde kan dökücü, fesat çıkarıcı bir varlık zannetmişlerdi!
Oysa, “Âdem” ismiyle işaret edilen “şekillenmiş çamur” yani “hücresel beden” sahibi varlığa, yani “insansı”ya, belli bir kıvama -sevveytu- geldikten sonra Allâh, “ruhundan üfle”miş; böylece o, bir “mutasyon” geçirmişti! Bundan sonra da “insansı”lar arasında ilk “insan” olmuştu Hazreti Âdem!
“Onu tesviye edip (beynini oluşturup), o yapının içinden Ruhum’dan (Esmâ mânâlarımdan) nefhettiğimde (açığa çıkardığımda {nefh yani üflemek, içten dışa şeklinde olur daima})...” (38.Sâd: 72)
Burada dikkat edilmesi gereken husus, öncelikle insan bedeninin, “insanî” hakikati ortaya çıkartabilecek bir “kıvama”, kemâle gelmesidir... Ki bu da yukarıdaki âyette ön oluşum olarak belirtilmiş; daha sonra da “Ruhum” ifadesiyle “Esmâ-i ilâhî’nin mânâları” anlatılmak istenmiştir! Bilindiği gibi “ruh” kelimesinin çok önemli bir anlamı da “mânâ”dır...
Allâh, Âdem’e bütün isimleri talim etmişti!..
“Ruh nefhi” ifadesiyle anlatılan, “Esmâ-i ilâhî”nin kapsamlı bir kapasiteyle ortaya çıkarılabilmesi yeteneğini oluşturan “mutasyon” olayı sonucunda, beyin kapasitesi Allâhû Teâlâ’nın “talim edilen” tüm Esmâ’sının özelliklerini ortaya koyabilecek kemâlâta ulaşmış; böylece de cennet hâli diye bahsolan yaşama geçmişti Âdem!
Yani, kendi Esmâ-i ilâhî’sini, zâhiren ve bâtınen bütün boyutlarda ortaya çıkarabilecek kemâl üzere Âdem’i meydana getirdiği için, bu kemâlinin neticesi olarak Âdem; varlıkları, mevcudatı değerlendirmeye gitmişti...
Âdem’in bütün varlığı ve mevcudatı, kendisindeki geniş mânâ kapasitesi ile değerlendirmesi sonucunda, melekler şaşırmışlar, hayrete düşmüşlerdir!.. Ki bu da gayet doğaldır! Çünkü kendi bileşimlerinde o isimlerin mânâları yok, ortaya çıkmıyor...
Bunun neticesi olarak:
“Subhaneke (her an yeni bir şey yaratıp bunlarla da asla kayıtlanmayan ve sınırlanmayansın)! Bizde açığa çıkarttığın ilimden başkasını bilmemiz asla mümkün değil!..” (2.Bakara: 32) demişlerdir...
Bu deyişin ertesinde de, Âdem’e “secde” etmişlerdir!
Yani, Âdem’in kemâlini, Âdem’de çıkan mânâların, ilâhî isimlerin yanında kendi kapasitelerinin yetersiz kaldığını itiraf etmek suretiyle secde etmişlerdir!.. Buradaki “secde”yi, “Onun halifelik kapasitesi önünde yetersiz ve âciz kaldıklarını itiraf” diyei mümkündür.
Fakat, İblis secde etmemiştir!.. Yani, Âdem’in yapısını oluşturan Esmâ bileşiminin kapsamından ileri gelen bu üstünlüğü kabul etmemiştir.
“Meleklere: “Secde edin Âdem’e” dediğimizde secde ettiler (yoktan varolmuştaki Esmâ’dan meydana gelmiş varlığa - Esmâ mertebesine)... Ancak İblis, benliğinin yüceliğinden (enfüsünde gördüğüyle âfaktaki hakikatten perdelenerek) inkâr etti. Hakikati inkâr edenlerden (kâfir) oldu.” (2.Bakara: 34)
İblis, her ne kadar, yapısının hammaddesi diyebileceğimiz bir biçimde, özü itibarıyla bir kısım melekî güce sahip ise de, esas itibarıyla “Cin” sınıfındandır...
Abdullah İbni Abbas ve Saîd İbni Cübeyr; cinlerin, meleklerin ateşten yaratılmış bir kolu olduğunu söylüyor.
İbni Abbas’a göre; İblis, cennet muhafızı ve cinlerin başı, aynı zamanda da yakın gök ve dünyanın sultanı idi.
Yani, “insansı”lar devrinde ve öncesinde, yeryüzünde ve dünya semâsında yani maddeye dönük fikirler ve değerler dünyasında, bugünkü tâbiriyle tüm Güneş Sistemi içerisinde yaşayan varlıklar, cinlerdi. “İblis” lakaplı cin ise bütün bunların, hepsinin başıydı.
“İblis” kelime olarak, Allâh’ın rahmetinden umudu kesilen, rahmete ermesinden umut kesilen, Allâh’tan uzak düşmüş mânâsına geldiği gibi; “iltibasa düşen” yani, “ikileme düşen” anlamını da veriyor.
İblis’in melek değil, cin olduğu ise Kehf Sûresi’nde şöyle vurgulanıyor;
“Hani biz meleklere ‘Secde edin Âdem’e’ dedik de İblis hariç hepsi hemen secde ettiler! İblis CİN (türün)dendi...” (18.Kehf: 50)
Burada kısaca şu açıklamayı tekrarlamak istiyorum:
Kâinatta ne tür varlık varsa hepsinin de aslı “melek”tir!
“Cin” denilen “nârî” yapı, gerçekte, “nûr” denilen yapının, belli bir Esmâ terkibi sonucunda yoğunlaşmak suretiyle, bir üst boyutta yeni bir tür olarak oluşmuş hâlidir.
“Madde” ise direkt olarak, “nûr”un çok daha yoğunlaşmasıyla meydana gelmiştir!
“İnsan” gelecekte önce “Berzah” denilen “nârî” boyutta yer alacak; takdirinde olanlar da mutlak kıyamet sonrasında bu boyuttan “nûrânî” boyuta yani “cennet” boyutuna, “nûrânî” bir bedenle “melek”leşmiş bir hâlde geçeceklerdir!
“Nârî” yapıdan yaratılmış olmaları sebebiyle yapıları ve benlikleri bize göre çok güçlü olan Cin’lerin âlimleri ve bu arada İblis lakabı verilen şeytan, biliyordu ki varlıkta bir “TANRI” kavramı yok, sadece her boyutta dilediği gibi zâhir olan ALLÂH var! Dolayısıyla da kendisini “HAK” olarak görüyor, tam anlamıyla firavunluğunu yaşıyordu, elindeki tüm olanaklar ve kuvvetlerle!
Kaynak : Bilincin Arınışı - Ahmed Hulusi