Message
Âdem, gökyüzünde herhangi bir yerde, herhangi bir yıldızda mı meydana getirildi?.. Yoksa, Dünya üzerinde mi?..
“İnsan”ın daha önceden “insansı” diye isimlendirdiğimiz hâliyle Dünya üzerinde “toprak”tan yaratıldığı yolundaki âyetlerle kesindir!..
İşte bu yüzden, “Halife” ve dolayısıyla da “insan” olarak “meydana getirilen” Âdem’in içinde yaşadığı “Cennet”, Dünya üzerindeydi! Dünya üzerinde, Cennet şartlarında yaşanıyordu...
Olayın Dünya üzerinde cereyan ettiğinin ispatı, Tâhâ Sûresi’nin 119. âyetidir:
“Kesinlikle sen onda ne susarsın ne de güneşten yanarsın!” (20.Tâhâ: 119)
Şayet olay Dünya üzerinde cereyan etmese, niye burada Güneş’ten yanmaktan bahsolunsun?..
A’raf Sûresi’nin 20-22. âyetlerinde ise olayın seks kökenli bir gelişme gösterdiğine şöyle işaret ediliyor:
“Derken şeytan, benliklerini/bedenselliklerini fark ettirmek için onlara vesvese verdi... Dedi ki: ‘Rabbinizin sizi şu ağaçtan (bedenselliğinizi yaşamaktan) yasaklamasının sebebi sizin iki melek olarak (kuvveler boyutunda) sonsuz yaşamamanız içindir!’”
“Ve onlara: ‘Kesinlikle ben size nasihat edenlerdenim’ diye de yemin etti.”
“Böylece onları (vehimlendirerek - kendilerini beden yapı olarak kabul ettirerek) aldattı (bedenselliği fark ettirdi)... O ikisi, o malûm ağaçtan (seks - üreme sisteminden) tadınca, bedenselliklerini hisseder oldular! Cennet yapraklarından üzerlerine örtmeye başladılar (nefslerindeki çeşitli Esmâ kuvveleri ile bedensellik hissini örtmeye çalıştılar)...” (7.A’raf: 20-22)
Âdem, Dünya üzerinde ilâhî isimlerin bileşiminden meydana gelen bir formül ve bu formülün eserlerinin ortaya çıkış mahalli olarak; bu isimlerin mânâları gereğini, her türlü vesvese ve vehimden berî bir biçimde ortaya koyarak yaşarken, Onun bu hâli Cennet türü yaşam olarak nitelenmişti...
Hiçbir beşerî kayıt ve kısıtlama olmaksızın, sadece kendi varlığını meydana getiren o ilâhî isimlerin mânâlarını sınırsız bir biçimde ortaya koyuyor, bu özgür yaşam içindeki hâli, “Cenetteki yaşam” olarak tavsif ediliyordu.
Fakat, bu yaşam içinde iken Cenâb-ı Hak, Onun yanında Havva’yı meydana getirir... Âdem ile Havva kendilerindeki bu ilâhî isimlerin mânâsını tam hakkıyla Cennet yaşamı denilen bir hâl içinde yaşarken, şeytan onları aldatarak aşağı sarkıttı.
Yani, onlara seksi empoze etti... Aşağı sarkıtmasının anlamı, sekse, dolayısıyla beşeriyete, yani bedenle yaşamaya yöneltilmesi idi...
Âdem ve Havva, beden kavramı olmadan evvel, kendilerini bir beden olarak kabullenme sınırlamasına girmedikleri için, özgürce her düşündüğünü tahakkuk ettirebiliyorlardı. Bahsi geçen “yasak ağaç”,bize göre seks kavramı idi!.. Ağacın gövdesinden dallar ve meyvalar oluştuğu gibi; seksten de çocuklar, torunlar oluşuyordu... Seksin getireceği üreme, yasak ağaç şeklinde sembolize edilmişti!
Cinsel yaşamla birlikte Âdem ve Havva’da kendi cinsiyetlerini fark etme, edep yerlerini örtme ve kendilerini beden olarak kabullenme vehmi güçlendi.
Seksin, kişide kendini beden olarak hissetme hâlini nasıl meydana getirdiğini anlayabilmek için bazı eski kaynaklara bakmak gerekir.
Bu eski kaynaklara göre, insan bedeninde yedi çakra vardır. Baş kısmından vücudun alt kısımlarına, kuyruk sokumuna doğru sıralanmış yedi çakra... Yani, yedi enerji merkezi mevcuttur. Bu yedi enerji merkezinin yedincisi de kuyruk sokumuna yakın bir noktada bulunmaktadır...
Bu enerji merkezinin harekete geçmesi, kişideki seks duygusunu, kendini beden kabul etme duygusunu kuvvetlendirir ve bunun neticesinde de “Ruhanî güçlerini”, maneviyata yönelme duygusunu kaybetme sonucunu meydana getirir!.. Özellikle “anal seks”in yasaklanmasının gerçek sebebi de budur!
Her ne kadar, neslin devamı için seks gerekli olsa dahi; veya Hazreti Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın:
“Bana dünyaNIZ’dan üç şey sevdirildi; güzel koku, gözümün nûru namaz ve kadın!”
Şeklindeki açıklamasında, kadının erkekle birleşmesinin “İlâhî Tekliğe vuslat” anlamını taşımasını belirtmesine rağmen; belli bir düzeyde kendini bulamamış kişiler için seks, tamamen bedensel zevklerden ibaret ve de bu zevklerle kişinin kendisini kayıt altına almasına yol açan bir faaliyettir.
Belli bir kemâle ulaşmış kişi için seks, erkeğin kadında ilâhî vuslatı veya kadının erkekte ilâhî vuslatı olmasına karşın; kendini madde beden olarak kabul etmiş bir kişi için, bu kabul ediş, bedensellikte “kökleşme ve yerleşme” olarak değerlendirilebilir.
Yani, ustura; çok yararlı bir biçimde kullanılan bir araç olduğu gibi, bir insanın ölümüne yol açan bir araç ta olabilir...
Şimdi, Âdem’le Havva’nın cennette, cennet yaşamı içinde iken, kendilerini beden kabul etmeye yol açacak böyle bir fiille kayıtlanmaları, hâliyle bazı özelliklerinin perdelenmesine yol açmıştır...
Bu hâl, Âdem’de belli bir idrakı doğurmuş ve bu perdelenme hâli;
“Dediler ki: ‘Rabbimiz! Nefsimize zulmettik...’”(7.A’raf: 23) demelerini getirmiştir...
“Nefsimize zulmettik” ifadesi çok anlamlı bir ifadedir.
Buradaki “Nefs’e zulmetme”nin mânâsı, konuyu derinlemesine bilmeyenlerin anladığı gibi; “Ben, nefsime yani bedenime zulmettim” demek değil...
“Nefsinize zulmetmeyin”in anlamı, “oruç tutup, aç kalıp bedeninize eziyet etmeyin” de değil!
“Nefs”in hakikati, ileride “Nefs” bölümünde açıklayacağımız üzere, ilâhî isimlerin işaret ettiği anlamlar ve bu ilâhî isimlerin hakikati olan “Zâtî Hakikat”tir!
Gerçekte, kişinin “kendi hakikatini tanıyamaması, bilememesi, bunun hakkını yerine getirememesi”, tasavvufta “nefse zulmetmek” olarak tarif edilir...
İşte Âdem’in, “Biz nefislerimize zulmettik” demesi:
“Kendimizi bedensel varlık olarak kabul etmek suretiyle yaptığımız bu fiil, bizim hakikatimizin gereğini yaşamamıza engel oldu. Böylece hakiki benliğimizin gereğini yerine getirmekten perdelendik. Eğer bu durumumuzdan geri dönmezsek, ebediyen bundan perdelenmiş olarak azap duyarız” anlamındadır.
Nitekim, bu idrakın sonucunda oluşan bu pişmanlıktan sonra ne çare ki “Bir kere görülen şey hiç görülmemiş gibi olmaz” esasına dayalı bir biçimde, Âdem’de kendini beden olarak kabullenme esasını da oluşturmuş ve artık bunun neticesinde bedenî bir yaşam süregitmiştir...
İşte, kendini bir beden olarak müşahede etme, tespit etme, değerlendirme ve bunun gereğini yaşama hâli, “Âdem ve Havva’nın, Cennet’ten dünyaya indirilmesi” diye tarif edilmiştir.
Yani, Âdem ile Havva’nın, Cennet’ten dünyaya indirilmesi bir “mekânsal” indirilme olmayıp; içinde yaşadıkları ruhanî güçlerle tahakkuk etme hâlinden, bedenî kayıtlar ve kısıtlamalar yaşamına geçmeleridir... “Ahseni Takvim”in, “Esfeli sâfîliyn”e indirilmeleri de denmektedir buna...
İşte bundan sonradır ki Âdem nesli Dünya üzerinde, Dünya’nın şartları içinde yaşamaya ve kendilerini bir beden olarak görme hâlini kolay kolay üstlerinden atamama cezasını çekmeye başlamışlardır; ki bu duruma;
“Dünya müminin siccînidir.”
Şeklindeki Rasûlullâh (aleyhisselâm) açıklamasıyla işaret edilmiştir.
Öyleyse insan, Dünya’da yaşadığı sürece; kendini bir beden kabul ederek, bu bedene dönük yaşadığı sürece, fark etse de fark etmese de Cehennem hayatı içindedir...
Cehennem hayatı deyince yalnızca ötede, gelecekte, maddi ateş olarak düşünmeyelim! Kişinin kendisindeki ruhanî güçleri veya bir diğer anlatımla kendi varlığında mevcut olan ilâhî isimlere dayalı sayısız kemâlâtı; bu kemâlâtın getireceği özellikleri ve güzellikleri yaşayamama hâli de bir tür Cehennem hâlidir...
Evet, insanoğlu dünyada yaşadığı sürece, en rahat, en zevkli, en güzel günleri yaşasa dahi, gerçekte cehennemi yaşıyordur...
Ancak, nelerin yanında neleri kaybettiğini bilemediği için; sadece son derece sınırlı, mahdut şeyleri zevk diye bildiği için, geçici bir süre zevkli bir yaşam sürdüğünü zanneder.
Ne var ki o son derece kısıtlı, sınırlı zevkleri yaşamak sureti ile ömrünü heba etmesi nedeniyle, neticede neleri kaybettiğini fark edince, kavrayınca, işte o zaman dünyada yaşadığı cehennem bütünüyle açığa çıkar ve o zaman kişi, geçmişi telâfi imkânı kalmadığı için öyle bir pişmanlığa düşer ki, o pişmanlık ateşinin şiddeti hiçbir zâhir alevle, ateşle ölçülemez...
Bir insanın, düşündüğü, tasavvur ettiği, hayal ettiği her şeyi gerçekleştirebildiği bir ortamı tasavvur edin! İşte, en basit, en alt sınırlarıyla, Cennet hayatı...
“İnsan”, varlığında yer alan Allâh’ın isimlerinden “Hâlık” gibi bazı isimlerin mânâlarının neticesinde; düşündüğü, tasavvur ettiği, hayal ettiği her şeyi anında kuvveden fiile, düşünceden tatbikata çıkartır. Cennet sözcüğünün ifade ettiği anlamın asgarisi, en alt sınırı bu!
Tabii, bu hâle sahipken, kişinin bu hâli yitirmesi de Cennet’ten dünyaya iniş...
Âdem’in, Cennet’ten dünyaya inmesine sebep olan, vesile olan İblis...
İblis, Allâh’tan uzaklığına yol açan kişi olarak Âdem’i gördü. Çünkü, Âdem’e secde etmemesi, yani Ulûhiyet kapsamında olan bir kısım özellikleri görememesi nedeniyle Allâh’ın yakınlığından, yani o Esmâ ve sıfatla tahakkuk makâmından tard oldu...
Azazil’in “İblis” adını alarak “şeytan” diye nitelendirilmesine, içine düştüğü şu iltibas yani ikilem yol açmıştı:
Allâh’ı biliyor, kendi varlığının da O’nunla var olduğunu fark ediyordu... Yani kendini “Hak” olarak müşahede ediyor ve bundan dolayı da başkasına secde etmeyi yanlış buluyordu...
Bunun ötesinde bir de yapısal üstünlüğü vardı karşısına çıkan varlığa karşı... İşte bu üstünlük ona perde oluşturmuş, “hakikatsa bende de var, üstelik yapı olarak da ben ondan üstünüm, öyle ise niye secde edeyim” mantığını getirmişti...
Oysa, “Ulûhiyet” kemâlâtı sonucu orada daha kapsamlı bir zuhur olabileceği ve secde ettiğinin de yine sonuçta Allâh olacağı gerçeğini fark edemedi...
Ayrıca İblis, o yakınlığı meydana getiren Esmâ’dan mahrum olduğu için, tabii hâl olan ayrılığı yaşamak durumundaydı...
Buna mukabil Âdem ise, yeryüzünde “Halife” olarak meydana getirildi. Bu, “Halife” olarak meydana getirilişi sebebiyle Âdem, Cennet’ten çıkmak mecburiyetinde idi! Âdem, o hatayı işlemekle yükümlüydü, mecburdu, ki “Hilâfet” görevi meydana gelsin!
Âdem, hata işlemekle nasıl “Halife” olur?
Hemen aklımıza gelecek soru bu... Hiç, “Halife” hata yapar mı? “Halife”, Cennet’ten çıkacak kadar büyük bir hata yapar mı?..
Yapar!..
Yapması da icap eder ki “Halife”liği tam yerine gelsin!
Ne dedik! “Allâh, Âdem’i kendi sûreti üzere” meydana getirmekle, lütuflu bir şekilde yarattı.
“Allâh, Âdem’i kendi sûreti üzere yarattı” yani kendi isimlerinin mânâlarından oluşan bir bileşimle manevî sûretini meydana getirdi Âdem’in...
Âdem’in varlığı, ilâhî isimlerin toplamı... Bu ilâhî isimleri, bir açıklamasında Rasûlullâh (aleyhisselâm), 99 isim olarak sayıyor. Tafsilâtında belki binlerle isim... Ama, hülâsa olarak, özet olarak 99 olarak isimlendiriliyor...
Âdem’in yapısında bu 99 ismin mânâsı da mevcut... Ancak cennet ile sınırlı kalsa idi yaşamı; cennetten çıkma zorunluluğu Onun başına gelmeseydi, bu defa Âdem’de, mesela “Sabûr” ismi zâhir olmayacaktı, tecelli etmeyecekti...
Ama, ne zaman ki Âdem cennetten çıktı, dünya boyutu yaşamına indirildi; işte o anda öyle birtakım kısıtlamalarla, perdelenmelerle karşı karşıya kaldı ki bunun neticesinde “Sabûr” ismi tecelli etti.
Cennet yaşamında, “Sabûr” ismi olmaz!
Çünkü cennet ehlinin her istediği şey, anında meydana gelir. Dolayısıyla “Sabûr” ismine yer yoktur cennette... Cennet yaşamını yaşayan varlıkta o isme yer kalmaz!..
Bunun gibi, “Ğafûr”, “Afüvv” ismi, “Fettah” ismi ve bunun gibi birçok isim, eğer Âdem cennette yaşamına devam etseydi, ortaya çıkmayacaktı...
Hâlbuki “Halife” olarak meydana gelmiş, yani bütün isimlerin toplamı olarak sûret-i manevîyesi meydana getirilmiş. Bu isimlerin hepsini ortaya çıkaracak... Öyleyse, dünyaya inmesi lazımdı, cennetten çıkması lazımdı!..
Nitekim, âyette de ona işaret ediliyor...
“Yeryüzünde Halife” diyor... “Cennette, cennet için Halife” olarak demiyor!.. Yani, daha meydana getirilişinde, Onun cennetten çıkıp, yeryüzünde yaşayacağına işaret ediliyor, bu o anda belirtiliyor!..
Ama, bunlar başına gelmeden evvel, o isimlerin toplamı olarak meydana getirilmesi ve Ondaki Esmâ’nın güçlü bir şekilde varlığı, cennet hâlini yaşamasına yol açıyor.
İşte İblis, her ne kadar Âdem’e kötülük yaptığını, intikam aldığını sanıyor ise de, gerçekte Âdem’in, “Hilâfet” görevini tam hakkıyla yerine getirmesine, “Halife” vasfını kazanmasına vesile olmuştur! Dolayısıyla İblis, en büyük kötülüğü yapayım derken, “insan”a en büyük iyiliği yapan varlık durumuna gelmiştir...
İşte bu sebeple Âdem ve Onun nesli olan bütün insanlar, yeryüzünde her an bu ilâhî isimlerin mânâlarını ortaya koymak, açığa çıkarmak suretiyle, “Fıtrî Hilâfet” görevini ifa etmektedirler; ki bu “Fıtrî Hilâfet” görevini yerine getirmesi de insanın, detaylarını “Hz. MUHAMMED NEYİ OKUDU?” isimli kitabımızda açıkladığımız bir biçimde “İnsanın İslâm fıtratı üzere dünyaya getirilmesi”dir.
“Her insan İslâm Fıtratı üzere doğar...”
Yani “insan”, Allâh’a kulluğunu ifa etmek üzere, Allâh’ın isimlerinin mânâlarını çeşitli şekillerde ortaya koymak üzere programlanmış olarak meydana gelir... “Daha sonra annesi-babası, onu Mecûsi, Nasrâni, Musevî, Müslüman yapar”... Ama, neticede her insan, İslâm fıtratı üzere gelir...
İşte, bu “İslâm Fıtratı” varlığındaki Esmâ-i ilâhî’den dolayıdır... Bilse de bilmese de, idrak etse de etmese de, gereğini yaşasa da yaşayamasa da...
İnsan, “İslâm Fıtratı” üzere yani her an Allâh’a, Esmâ’sının özelliklerini açığa çıkarmak suretiyle kulluğunu ifa eder bir biçimde dünyaya gelmesine karşın; doğuşundan itibaren çeşitli şekillerle dışarıdan gelen bilgi bombardımanına tâbi tutulur. Bu bilgilerin çok büyük bir kısmı, içinde yaşadığı toplumun şartlanmaları biçimiyle meydana gelir...
Kişi, hangi çevrede yaşıyorsa, o çevrenin şartlanmalarını, gerçek ve mutlak değerlermiş gibi kabul eder! Bu kabul ediş, onun varlığını, özünü, hakikatini, kendi varoluş gayesini, “Ben” dediği varlığın hakikatini tanımasına engel olan en büyük perdedir!..
İşte, Allâh ile kul arasındaki “nâr”dan perdeleri meydana getiren en önemli yanılmalar bunlardır...
Bu yanlış bilgilendirme, şartlandırma, yanlış programlanma dolayısıyla o kişi, hemen hepimizin sandığı gibi, kendini bir beden kabul eder. “Ben bu bedenim” der... “Aynada gördüğüm bu varlığım” der.
Böylece de, “Halife” olarak var olduğunun idrakından tamamıyla uzak bir biçimde, yeme içme, uyuma, rahat etme, seks ve her gördüğüne sahip olma, her gördüğüne hükmetme arzuları içinde yaşar... Bu yaşam biçimini Kur’ân:
“...İşte bunlar en’am (evcil hayvanlar) gibidirler; belki daha da şaşkın!..” (7.A’raf: 179) diye tanımlar...
Kaynak : Bilincin Arınışı - Ahmed Hulusi