Message
Okyanustaki balık için su bitmez tükenmez olarak algılanmasına rağmen, ona Dünya’yı kuşatan gerçeğin hava olduğunu kolay kolay anlatamazsınız! Dünya’yı kuşatan hava “hakikati”ni ona anlattığınız zaman, o sonunda bu gerçeği kabullense ve sudan çıkarak havada yaşamak istese de bu kesinlikle mümkün olmaz!
Dünya’yı kuşatan hava gerçeğine rağmen, o su içinde dünyaya gelmiştir ve yaşamına su şartlarına göre yön vermek zorundadır... Zaman zaman suyun dışına sıçrayıp havayı gören, tanıyan bu istidat ve kabiliyette balıklar olmasına rağmen, onlar dahi diğer su mahlûklarına örnek olamazlar...
Balık, bedeninin doğası gereği suyun şartlarına göre kendini geliştirmek zorundadır, her ne kadar hava gerçeğini bilse dahi!
“VAHDET” hakikati, mutlak gerçek olmasına rağmen, yalnızca bilinç boyutunda yaşanır; insan, bedeni itibarıyla, yer aldığı boyutun şartlarına tâbidir!
Dolayısıyla, kişinin bütün yaşamı boyunca, bedenin istek ve arzularını kontrol edebilmesi, şartlanmaların ve şartlanmaların getirdiği değer yargılarının, bu değer yargılarının kendisinde oluşturacağı duyguların üstüne çıkabilmesi; daha sonra da bunlardan arınmış bir hâlde, varlığı oluşturan “Nefsi Küll”ün bilinciyle kendini tanıyıp hissetmesi gerekir.
Eğer bunu gerçekleştirebilirse; gerek Rubûbiyet itibarıyla, gerek Melikiyet itibarıyla, gerekse Rahmâniyet itibarıyla kendini tanımış olur...
“Rahmân, Arş’a istiva etti.” (20.Tâhâ: 5)
Âyeti artık onun için tecelli etmiş ve varlık âlemini her an seyreden; varlık âleminde tasarruf edebilen olmuştur.
Şimdi, bu hususu biraz daha genişletelim;
“Bilincin arınışı sonunda” ya da “Nefsin tezkiyesi” diye bilinen Öz bilinç noktasında yani “Sâfiye Nefs” boyutunda kendini tanıyabilme durumuna işaret eden bir uyarı vardır:
“Allâh ahlâkı ile ahlâklanınız!”
Bu mertebedeki bakışa İsa (aleyhisselâm) da şöyle işaret etmiştir:
“Sen insan gibi düşünüyorsun, Allâh gibi değil!”
“Evreni vareden Mutlak Varlığın ilmi ile algılananları değerlendirmek” anlamında kullanılan bir ifade.
Şunu hatırlayalım ki; varlık âleminde ne görüyorsak, ne algılıyorsak, ne düşünüp tahayyül ediyorsak, bütün bunların hepsi de “Allâh” ismi ile işaret ettiğimiz yüce Zât’ın ilmi ve kudreti ile, ilminde, Esmâ’sındaki mânâların açığa çıkması suretiyle meydana gelmede...
Yani, her şey, “şey”in varlığı, isteği, iradesi dışında; evreni meydana getiren Zât’ın, ilmi ve iradesi istikametinde oluşuyor.
Bütün algılanan zıtlar aynı Tek kaynaktan meydana geldiğine göre, O Tek kaynak, bütün bu zıtların fevkindedir!
Esasen, kâinatta, mevcudatta “zıt” yoktur! Çünkü, Allâh’ta zıt yoktur! “Zıt” kavramı bize göredir!
Burada fark edilmesi gerekli olan husus şudur:
Zulmet, Nûr’un zıddı değil; onun açığa çıkmaması hâlinin adıdır!
Dalâlet, hidâyetin zıddı olarak var olmayıp; hidâyetin açığa çıkmaması hâlinin adıdır.
Varlıkta asıl, Allâh isimlerinin işaret ettiği mânâlardır... Bu isimlerin işaret ettiği mânâların ise zıtları var olmayıp, esas olarak bilinen ismin mânâsının açığa çıkmaması dolayısıyla algılanan o durum “zıt” diye düşünülür.
Yani isimlerin özelliklerinin algılayıcıya göre yeterli oranda açığa çıkmaması hâli, o ismin mânâsının zıddı olarak kabul edilir.
Mesela varlıkta asıl olan Nûr’dur.. Nûr’un algılayıcıya göre yeterli oranda açığa çıkmaması hâlinde, içinde bulunulan durum, o birime göre zulmet olarak nitelendirilir.
Zıt olarak kabul edilip de, Allâh isimleri içinde yer almayan her mânâ, asâleten var olmayıp; asla göre, izafeten var kabul edilen mânâlardır. Çünkü varlıkta var olan yapılar, varlıklarını Allâh isimlerinden, yani Allâh’tan alırlar ki, Allâh zıt kavramlar içinde olmaktan münezzehtir!
Kaynak : Bilincin Arınışı - Ahmed Hulusi