Message
Hz. Yunus, aldığı vahiy sonucu, insanların tanrılarına tapınmasının yanlış olduğunu, tanrılardan medet ummanın hata olduğunu, ne şekil çalışmalar yapmak suretiyle, neleri elde edebileceklerini anlattı insanlara...
Ama bu konuda başarılı olamadı. Başarılı olamayınca da, bu başarısızlığı kendine mâl etti.
“Hidâyet Allâh’tandır!” gerçeğinden perdelenmek suretiyle, anlatıp da inandıramamanın başarısızlığını da kendinden bildi. Bu sebeple de insanlara yaptığı tebligat işini bıraktı. Kendisini salıp koyverdi...
Kendini salıp koyvermesi, “balığın karnına girmesi” diye anlatılan olayı meydana getirdi.
Balık, Dünya’dır. Dünya’yı temsil eder.
Yani, Hz. Yunus kendini dünya işlerine bıraktı. Fakat daha sonra, dünya işleri ile meşgûl iken, vahiy ile Rabbinden bir mesaj aldı.
“Hidâyeti ben veririm.. Sen hidâyet edecek değilsin! Sen sadece bir uyarıcı, tebliğ edicisin... Rasûllerin görevi tebliğ etmektir, hidâyet etmek değil! Zira ancak, Allâh’ın hidâyet ettikleri, hidâyet bulur. Hidâyet etmediklerini de ne kadar uyarırsan uyar, hidâyet bulacak değillerdir.”
İşte bunu fark edince, yani, kendisinin hidâyet edici değil, uyarıcı olduğu gerçeğini fark edince, bu perdelenmeden dolayı:
“İnniy küntü minez zâliymin...”; “ Ben nefsime zulmettim... Nefsimin hakkını veremedim...” dedi.
“Cenâb-ı Hakk’ın bendeki zuhuru kemâli, tebliğ etmek üzeredir, hidâyet etmek üzere değil! Dolayısıyla ben, Nefsimin hakkını hakkıyla edâ edemedim” diyerek yanlışını anladı...
Bu yanlışı anlamanın neticesinde ise, balığın karnından çıktı.
Yani...
Dünya ile uğraşmayı bir yana koydu. Yeniden, Nübüvvet görevinin gereği olarak insanları uyarmaya başladı.
Ve ondan sonra da, o toplumdaki insanlar, Cenâb-ı Hakk’ın hidâyeti ile, ihsanı ile birlikte, birtakım gerçekleri görüp, ona göre yollarını çizmeye başladılar.
Burada ibret almamız gereken konu:
İnsanlara birtakım bilgileri aktarırken bizim sadece ilâhî hidâyete vesile olmak durumunda olduğumuzu, “hidâyetin” yani “sadece gerçek olanları görebilmek” hâlinin, Cenâb-ı Hakk’ın ihsanı ile mümkün olduğunu bilmemizdir.
Biz insanlara gerçekleri gösteremeyiz! Ancak, onların gerçekleri görmeleri için birer vesileyiz, bilgiyi aktarırız. Cenâb-ı Hak, dilediği kimsenin basîretini açmışsa, o da bu basîreti ile gerçekleri görür. İşte bu, “Hidâyet Allâh’tandır” gerçeğinin idrakidir.
Biz anlatacağız, görevimizi yapacağız. Ondan sonra kenara çekileceğiz. Gerisi bize ait değil!
Anlattıklarımızın her biri, bu ilmi değerlendirir veya değerlendirmez! Kendinin bileceği bir şey... Biz burada sadece isteyene, talep edene vereceğiz. İsteği veya talebi yoksa, onu bu konuda zorlayamayız.
Kişiye, böyle bir bilgiden haberi olmaması ihtimaline karşın, bu konuyu açacaksın!
“Bak, böyle bir gerçek var! İslâmiyeti anlamak, insana esas iki konuda fayda sağlar. Sen belli çalışmalar yaparak kendi geleceğini inşa edeceksin. İhmâl edersen, sonuçlarına katlanmak zorunda kalacaksın! Dışarıdan biri beni nasıl olsa bağışlar, diye düşünme! Çünkü öyle bir şey yok” diye, ona bu bilgiyi verecek, uyarıda bulunacaksın.
Ondan sonra o, senden bu bilgilerin devamını talep ederse, gerisini de aktarırsın! İstemezse, ilgilenmezse, bir daha bu konuyu ve konuları hiç açmazsın!
Ancak, birine bu konuyu açtıysan, o da bu konuları dinleyip anladıysa, daha sonra da, “bu konular beni hiç ilgilendirmiyor” deyip gittiyse; ikinci defa artık ona bu konuları açmana gerek yok! Onun yanında bu konulardan hiç bahsetmeyeceksin!
Senin vazifen, bilmeyene bildirmek! Eğer bundan sonra, o, bu ilmi kendi hevâ ve heveslerine uyup terk etti ise, artık senin yapacağın bir şey yoktur!
Çünkü ne ben ne de sizler, bir hoca, bir şeyh, bir din adamı değiliz! Hiçbirimizin böyle bir vasfımız yok! Bizim özelliğimiz, bilgileri, sadece, bilmeyenle paylaşmaktır. Bundan sonra görevimiz burada biter!
Biz insanları zorlayıcı değiliz! Eğer o insanlar öğrenmiş, denemiş, fayda görmeyip gitmişlerse, artık onlara bu konuda ikinci defa yapabileceğimiz hiçbir şey yoktur.
Kaynak : Cuma Sohbetleri - Ahmed Hulusi