Message
Bundan sonra sıra geldi şu âyetten anladıklarımıza:
“İhdinas Sıratal’müstakıym...”
“Hakkımızda hayr olana erdir...”
“İhda”nın mânâsı “hidâyet et” demektir...
“Hidâyet” ise; “hayır olan gayeyi oluşturacak hedefe, lütfu letafetle, varlığın yapısından, bünyesinden gelen bir yoldan erdirmek” demektir...
“Hidâyet”, en kapsamlı anlamıyla, yaratılmış her “şey”i, o şey hakkında “hayr” olan hedefine, “LATİYF” isminin sırrıyla, yönlendirip, o yolda yürümeyi ve hedefine ermeyi kolaylaştırmaktır.
Muhakkak ki, herkese bir hedef takdir edilmiştir; ve birim o hedefine kendisine gelen “hidâyet” üzere ulaşacaktır!.. Çünkü ona, o hedefe ulaşmak “hidâyet” edilmiş “kolaylaştırılmıştır”!..
Misali kendimizden verelim...
Biz, takdiri gereği, bu kitapları yazıyoruz... Ancak, bu kitapları okuyanların belki de çok azı içindekileri değerlendirip, yararlanabilecektir!..
Çoğunluk okuyacak, belki, “Güzel kitap, ne güzel yazılmış, ne kadar enteresan ve akla gelmedik bir tarzda konuyu ele alıyor” diyecek; sonra da dünyasına dalıp, bu değerlendirme doğrultusunda değil, yine eskiden olduğu gibi yaşamını sürdürecektir...
Kimi de, “Aman canım saçmalamış, nereden uyduruyor bunları, hiç bugüne kadar böylesini duymamıştık, hayalinden kuruyor!” deyip kitabı bir kenara atacaktır...
Ve nihayet birazı da, kendisine bu yolda verilmiş olan “hidâyet” sonucu olarak; “Demek olaya böyle de bakılabiliyormuş, işin bu yönü de varmış” deyip, Kur’ân-ı Kerîm’i bu gözle değerlendirmeye başlayacak... Böylece, Kurân’ın, evrensel SİSTEMİ ve bu sistem içindeki insanın yerini ve yapısını; ve dahi, insanın yaşamını geleceğe dönük bir biçimde nasıl değerlendirmesi gerektiği yolundaki uyarılarını farklı bir gözle değerlendirip, sürekli yeni ufuklara kanat çırpacaktır...
Bir kısım insanlar vardır ki, onlar dar çevreden gelmişler, o dar çevrenin görüşleriyle daha yetişme çağında sınırlanmışlar ve daha sonra da şartlanmalarının ördüğü “KOZA”nın içine yerleşmişlerdir...
Hatta daha sonraki devrelerde yaptıkları çalışmalar dahi, beyinlerindeki “KOZA”yı kıramamış; “her şeyi çok dar bir perspektif içinden” görerek yaşamışlardır!
Uzakdoğu’yu, Amerika’yı görmüşler, doğuda-batıda okumuşlar, okutmuşlar, ama hâlâ o yetiştikleri dar çevrenin saf, iyiniyetli, yürekli, fakat dar ve sınırlı görüşlü kişiliğini aşamamışlardır...
Bu “KOZA”sını delip çıkamamış zevâtı kirama göre;
“Kur’ân; yukarıdan Mekke’deki Hz. Muhammed’e inmiş, önce Arapları sonra da insanları iyi ahlâklı yapmak için gelmiş, Allâh’tan başkasına tapınılmasını istemeyen, iyi ahlâk derneği kurallarının daha bir gelişmişidir...
Kur’ân-ı Kerîm’de SİSTEM yoktur!..
Kurân’da bilimsel gerçeklere işaretler aramak abestir!..
Kurân’dan, ne tıp, ne astronomi, ne fizik, ne kimya ne de başka dalda hiçbir şey öğrenilemez!..
Kur’ân sadece yukarıdaki tanrıya nasıl ve neden tapınılması gerektiğini, toplumların hangi kurallara göre yaşayacağını anlatan bir kitaptır.”
Allâh hidâyet etmedikçe, kişinin küçük yaşta, dar çevrede ördüğü “kozasını” ilerideki yaşlarda delip çıkabilmesi fevkalâde zordur!..
Çağdaş veriler eşliğinde düşünebilen özgür ve objektif düşünce sistemine sahip olmak, hele hele geleceğe dönük ve de “KOZASIZ” yaşayabilmek, bütün bunların üstündedir!..
Bizim kitaplar bir yana, Kur’ân-ı Kerîm’i okuyanların içinde, “okur”ların sayısı sayılacak kadar azdır!.. “Okuma ücretini cennette almak üzere anlaşmalı olduğu” için; ya da “ölmüşlerini rahatlatmak için sevap olsun diye okutanlar ve okuyanlar” ötesinde; gerçek “Kur’ân okur”larının sayısı ne kadardır dersiniz?..
Kur’ân-ı Kerîm’in anlatmak istediği o muhteşem sistemi ve o sistem içindekilerin yapısını, özelliklerini; Allâh’ın eşsiz ilminin ve kudretinin eserlerini anlayıp değerlendirmek için anlama gayesiyle ve üzerinde derin derin düşünerek okuyanlar ve bundan dolayı “huşû” duyanlar ne kadardır, dersiniz?..
Evet, o çok bildiğini sanan, ancak hiçbir fikir tartışmasını sonuna kadar götürme birikimi de bulunmayan, “monolog”cular, “vaiz”ler, “koza”larının içinden seslenirler, diğer “kozalı”lara…
“Zinhar, sizi düşünmeye, geniş açılı bakışa, kozanızı delip uçuşa davet eden kitaplara kulak vermeyin, okumayın!.. Allâh’ın çağdaş nimetlerini değerlendirmeyip, bin sene evvelkiler gibi, kâinatın merkezi Dünya’dır, her şey Dünya’nın çevresinde dönüyor diye düşünmekte devam edin!.. Kur’ân ilim kitabı değildir!.. O’nun ilimle yorumlanması câiz değildir! Bırakın yeni düşünceleri!.. Böyle yaparsanız dinden çıkarsınız”(!) diye...
Neden bu böyledir?..
Önde gelen gerçek ve kesin neden, onlara gelen “hidâyet”in bu yolda olmasıdır!.. Muradı ilâhî, “meşiyet-i ilâhî” böyledir!..
Öte yandan bu durumun görünüşteki vesilesi de, bedenlerinin yurtdışına ulaşmasına karşın, düşünce sınırlarının “koza” ile sembolleştirdiğimiz “dar çevre düşünü sınırlarını” aşamamalarıdır!..
Bunun dindeki izah şekli ise, o bireye “KOZA” dışı düşünce ve bakış açısının “KOLAYLAŞTIRILMAMIŞ” olmasıdır!..
“Özgür düşünce” tabanında yetişmemiş; verileri, şartlanmalarıyla değerlendirme zorunluluğu içinde kalanlar, apaçık gerçekleri göremezler ve kavrayamazlar.
Bu sebepledir ki, biz onları suçlamayız, hatta hoşgörürüz ve deriz ki, onlar da Allâh’ın takdiri üzere “hidâyette”dirler...
Evet, “İHDA”nın getirdiği “kolaylaştırma”, bilelim ki konunun anlaşılmasında anahtardır!..
Burada, hemen şu işaret-i Rasûlullâh (aleyhisselâm)’a kulak verelim...
Hz. Âli anlatıyor:
Biz bir defasında Baki’ül Garkad mezarlığında bir cenazede bulunduk... Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem yanımıza gelip oturdu... Biz de etrafını sardık... Rasûlullâh’ın beraberinde bir asa vardı... Rasûlullâh başını eğdi ve düşünceli bir hâlde elindeki asa ile yere vurup dürtüştürmeye, çizgiler ve izler meydana getirmeye başladı... Sonra şöyle buyurdu:
“Sizden hiçbir kişi ve yaratılmış hiçbir nefis istisna olmaksızın, hepinizin cehennem ve cennetteki yerini ALLÂH yazmıştır!.. Ve herkesin saîd veya şakî olduğu kesinlikle yazılmıştır!..”
Bunun üzerine oradakilerden biri sordu:
- Yâ Rasûlullâh öyle ise bizler ameli terk edip, bu yazımız üzere mi kalalım?..
Rasûlullâh şöyle buyurdu:
“Saîd olan kimse, saadet ehlinin ameline ulaşacaktır... Şakî olan kimse de, şekavet ehlinin ameline ulaşacaktır... Sizler, amel edip çalışın... Çünkü, herkese KOLAYLAŞTIRILMIŞTIR! Saîd olan saadet ehlinin ameline kolaylaştırılır; şakî olan da şekavet ehlinin fiillerine kolaylaştırılır!..”
Şu da aynı hususa işaret eden başka bir olay…
Hz. Ömer’in oğlu Abdullah naklediyor babasından...
Soruyor Hz. Ömer radıyallâhu anh:
- Yâ Rasûlullâh... Yapmakta olduğumuz işin, oluşmakta olan bir iş, bir başlangıç mı olduğu kanaatindesin; yoksa önceden tamamlanmış (olup-bitmiş) bir iş mi?
Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem şöyle cevap verdi:
“Ey Hattaboğlu, önceden takdir edilmiş olan işlerdir!.. HERKES ÖNCEDEN TAKDİR EDİLMİŞ OLAN İŞLERE HAZIRLANMIŞTIR... Saadet ehlinden olan, saadet için çalışır; şekavet ehlinden olan da şekavet için çalışır!..”
Son olarak Rasûlullâh (aleyhisselâm)’ın şu açıklamasını da nakledip, “kolaylaştırılma” işleminin sistemine, tekniğine geçelim…
Süraka bin Cü’şum şöyle soruyor Rasûlullâh (aleyhisselâm)’a:
- Yâ Rasûlullâh... AMEL (fiillerimiz), kaderleri çizen kalemin yazdığı takdirler cümlesinden mi; ki artık kalem onun işini tamamlamış ve kurumuştur?.. Yoksa AMEL (fiil için geçmişte bir takdir söz konusu olmayıp) gelecekte mi oluşacaktır?
Buyurdu ki Rasûlullâh:
“FİİLİN, kader ile tespit edilmiş olan takdirler sonucu olup, kalemin yazıp kuruduğu hususlar içindedir!.. Herkes, ne için yaratıldı ise, ona o KOLAYLAŞTIRILIR!..”
Evet, bu takdir nasıl yürürlüğe giriyor... Kolaylaştırılıyor... Hidâyet ediliyor..?
Yukarıda izah etmiştik ki, “hidâyet”, “LATİYF” ismi yönünden oluşur!..
Şimdi “LATİYF” ismi sırrıyla, hidâyetin oluşmasını müşahedemiz ölçüsünde izah edelim...
Önce, Rasûlullâh sallâllâhu aleyhi vesellem’in şu açıklamasına kulak verelim:
“Muhakkak yüce ALLÂH, yarattıklarını bir karanlık içinde yarattı... Sonra onlara “nûr”undan saçtı!.. Bu “nûr”dan nasibini alan hidâyete erdi!.. Nasibini alamayan da, dalâlete saptı!.. Bunun için, ALLÂH’ın ilmine göre kalem kurudu!..”
Şimdi de şu âyetleri dikkate alalım:
“…Muhakkak ki Allâh kimi dilerse onu hakikate yönlendirir, hidâyet eder.” (22.Hac: 16)
“Necm (yıldız - hakikat ehli {ashabım gökteki yıldıza benzer; hangisine uyarsanız hakikate erdirir... hadisi}) olarak hakikate erdirir!” (16.Nahl: 16)
“…Yıldızlar da (yaydıkları dalgalarla) O’nun hükmünü yansıtarak hizmet verenlerdir...” (16.Nahl: 12)
“Emri (hükmü) semâdan (dışsal olarak; burçlar diye tanımlanan Esmâ özelliklerinin açığa çıkmasından ibaret olan yapılardan yayılan kozmik elektromanyetik dalgalarla ağırlıklı olarak karındaki ikinci beyni ve dolayısıyla bilinci etkileyerek; ya da, içsel olarak, holografik gerçeklik gereği beyindeki datadan açığa çıkan Esmâ mertebesinden. A.Hulûsi) arzı (yeryüzü veya beyni) tedbir eder...” (32.Secde: 5)
“O Allâh ki, yedi semâ yarattı ve arzdan da onların bir mislini! Emir (hüküm - iş) onların ARALARINDAN sürekli - kesintisiz inzâl olur(Allâh’ın Esmâ’sındaki özelliklerin açığa çıkışı olan Astrolojik {melekî} tesirlerin varlık üzerindeki etkileri)!..” (65.Talâk: 12)
“O ki seni yarattı (izhar etti), seni tesviye etti (beynini, bilincini ve ruhunu oluşturacak şekilde meydana getirdi), seni tam dengeli yaptı!Hangi sûrette olmanı diledi ise öylece terkibini - bileşimini oluşturdu!” (82.İnfitâr: 7-8)
İmam GAZÂLİ merhum, meşhur eseri “İhya-u Ulûmid'din”de, ashabın âlimlerinden olan İbn Abbas radıyallâhu anh’ın şöyle dediğini yazar:
“O ALLÂH ki yedi semâ yaratmış, arzdan da onların bir mislini; ARALARINDAN emir inip duruyor!.. (65.Talâk: 12) âyeti celilesinin tefsirini yapacak olsam, beni taşa tutardınız... Bana kâfir derdiniz!..”
Şimdi de;
“EMRİ SEMÂDAN ARZA NÂZİL OLARAK TEDBİR EDER.” (32.Secde: 5)
Âyetindeki, “TEDBİR”in mânâsına gelelim;
Bakın Hamdi Yazır merhum “TEDBİR”i nasıl açıklıyor:
“TEDBİR, bir işin arkasını görerek ona göre gereğini tayin etmektir... Allâh Teâlâ’nın tedbiri ise, HİKMETİNE göre İRADE buyurmasıdır...
Şu hâlde burada “EMİR”, umurun tekili olarak “şein” mânâsınadır...
Yani, DÜNYANIN İŞİNİ MELÂİKE GİBİ SEMÂVÎ ESBAB VE KUVA İLE YUKARIDAN AŞAĞIYA İNDİRMEK SURETİYLE TEDBİR ve İDARE EDER..” (Cilt:6; Sayfa:3859)
Sanırım artık iş iyice şekillenmeye başladı...
Bakın, “…Yıldızlar da (yaydıkları dalgalarla) O’nun hükmünü yansıtarak hizmet verenlerdir...”
Peki ne iş yapıyorlar, görevleri ne?..
Boş yere, kuru kuruya gökte dönsünler, sadece süs olsunlar diye mi yaratılmış bu yıldızlar?..
“O Allâh ki, yedi semâ yarattı ve arzdan da onların bir mislini! Emir (hüküm - iş) onların ARALARINDAN sürekli - kesintisiz inzâl olur” âyetinin yorumunda bakın Hamdi YAZIR merhum ne diyor, “HAK DİNİ KUR’ÂN DİLİ” isimli en kapsamlı ve değerli tefsirinde:
“Bizim anlayabileceğimize göre, bunun zâhirde seyyarelerden her biri kendi semâsı dahilinde bir arz (yeryüzü) gibidirler; ve ONLARDA DA ALLÂH’IN BİRTAKIM MAHLÛKATI VARDIR; demek oluyor!..” (Cilt:7; Sayfa:5078)
“Esahhı akval olan bu ihtimale göre, Arzımızın seyyarelerle, seyyarelerin arzımızla bir mücaneseti, ve semâlarla da bir mümaseleti bulunduğu neticesi alınır. Bundan da, arzımızın dahi bir seyyare ve seyyarelerin az çok arzımız gibi kendi âlemlerinde birer merkezi sıklet ve bazı mahlûkata mesken ve bazı eserlere menzil olan maddi ve laekalmeadin ve nebatı havi birer cirm oldukları sezilebilir...” (Cilt:7; Sayfa:5081)
Evet, artık baklayı dilimizin altından çıkarmanın sırası geldi herhâlde...
Lütfen gerçekçi olalım ve meseleyi, görmek istediğimiz gibi görme noktasından, gerçekçi ve objektif bir biçimde, olduğu gibi görme noktasına oturtalım...
“ALLÂH”, “SINIRSIZ vücüd” sahibi olduğu içindir ki; kendi varlığı, vücudu dışında başka bir varlık ve vücud sahibi yoktur...
Tüm isimlerle andığımız bütün varlıklar ve birimler, hep O’nun varlığı, vücudu ve isimlerinin mânâlarıyla kaîm ve daim ve harekette, bilinçte varlıklardır!..
Her birinin diğer birinden farkını, yapısını, terkibini oluşturan Allâh isimlerinin farklı oranlarla ortaya çıkışı oluşturmaktadır...
İşte bu yüzdendir ki; her birimde tasarruf eden, ve o birimle diğerlerini etkileyen, yönlendiren, biçimlendiren, yürüten, varediş gayesine göre hedefine ve hayrına erdiren hep ALLÂH’tır...
O’ndan gayrı “YARATAN”; O’ndan gayrı “RAB”; O’ndan gayrı “HÂDİY” (hidâyet eden); O’ndan gayrı “MEHDİ”; O’ndan gayrı “MUHYİ”, O’ndan gayrı “MUMİT”(ölümle dönüştüren) asla ve kesinlikle mevcut değildir!..
Ancak ne var ki, biz bu gerçeği bir türlü fark edemiyor, anlayamıyor ve dolayısıyla inkâr etme anlamına gelen bir tarzda olayları yorumluyoruz...
Ya, O’nu yüceltme tahayyülü ile, O’nu her şeyin ötesine, ötelerin ötesine, ARŞ’ın ötesine, kısacası hayalimizdeki en uzak öteye, noktaya oturtuyoruz!..
Ya da, gördüğümüz her pireyi-deveyi O yapıp; O’nu orada ortaya konulan mânâ ile kayıt altına alıp; her şeyi Allâh kabulleniyor; ve böylece geri planda “BİRİMSELLİĞİMİZİ ALLÂHLAŞTIRIYORUZ”!..
Ve yahut da, her birimizin varlığını, vücudunu ispat eder bir düşünce ile; sen, ben, o varız, varlıkta her şey mevcut; artı bir de O var!.. deyip; O’na “SINIR” getiriyoruz!.. Sonra da bu görüşe dayalı bir biçimde, O’nun bizlere, makro ya da mikro birimlere yaptırttıklarından dem vuruyoruz!..
Oysa, nasıl bir yazarın kafasında türlü senaryolar olur da, hepsi onun kafasından, onun özellikleri istikametinde oluşursa; ve buna rağmen de yazarın kişiliğinden, “oluşturduğu” kişiliktir diye söz edilemezse; benzer şekilde, her birimi ve tüm varlığı kendisinden ve kendisiyle meydana getiren “ALLÂH” da, o yarattıklarıyla sınırlanmaktan ve kayıt altına girmekten; ve onlar olmaktan berî ve ötedir!..
Tüm varlık isimleri altında ortaya çıkan kudret ve mânâ hep O’na aittir...
Tüm varlıklar ve oluşturdukları tasarruflar hep O’na aittir; ve onların her biriyle bir diğerini etkilemektedir!..
Ancak bütün bunlara rağmen de, ne mikro ne de makro plandaki hiçbir “şey” için Allâh’tır denemez!..
Fakat, oradaki “vücudu” da inkâr edilemez!
Bu yüzdendir ki Rasûlullâh (aleyhisselâm), şöyle buyurmuştur:
“İnsanlara şükretmeyen, ALLÂH’a şükretmiş olmaz!..”
“Kesinlikle Allâh, yakîn ehliyle (ihsan sahibi {Allâh’a görüyormuşcasına yönelen}) elbette beraberdir! (Mâiyet sırrı.)” (29.Ankebût: 69)
Âyetinde işaret edilen bir biçimde, “ihsan edende veren Hak’tır”!..
Tasavvuftaki “Mâiyet sırrı” da budur işte!..
Ve sen, o ihsan edeni görüp de şükretmezsen; artık sadece, hayalinde “tasavvurun olan tanrına” şükretmiş olursun; ki bu da gerçek ihsan ediciye şükretmemiş olman sonucunu doğurur...
İşte eğer bunu anladıysak, şimdi yukarıdaki âyetlerde işaret edilen mânâyı kolaylıkla kavrayıp, sistemi de çözmüş, yani “OKU”muş olacağız...
Her biri canlı ve bilinçli bir yapı olan, çeşitli Allâh isimlerinin mânâlarını hâvî “BURÇLAR”ın, yani günümüz deyimiyle “takımyıldızların”, yaymış oldukları bir kısım kozmik ışınlar, sürekli olarak birbirlerini ve bu arada Dünya’mızı da etkilemektedir!..
Semâdan, yıldızlardan gelen ve Allâh isimlerinin çeşitli mânâlarını ihtiva eden kozmik ışınlar, hiç farkında olmadığımız bir biçimde, bütün canlıların beyin hücre genetiğindeki “DNA” ve “RNA” dizinlerini etkileyerek, onlardaki çeşitli yönelişlere ve genetik programlamalara yol açmaktadır...
İşte bu sebepledir ki, büyük keşif sahibi evliyaullâhtan ve o devrin “OKU”muşlarından olan Muhyiddini Arabî, “Fütûhat-ı Mekkiye” isimli eserinde;
“Dünya’da, berzahta ve cennetlerde tekevvün etmekte olan ve edecek (oluşacak) her şey BURÇLARDAN İNEN TESİRLERLE meydana gelir...” demiştir!..
Ve işte bu sebepledir ki, “EMİR” yani “HÜKÜM” yani o hükmü oluşturacak tesirler semâdan yıldızlardan inmektedir, denmiştir...
Esasen “EVRENSEL SIRLAR” isimli 70’li yıllarda yazmış olduğumuz kitapta, bu gezegenlerden bazılarındaki canlı türleri hakkında söz etmiştik...
“Din”de “melek” diye tanımlanan ve bizden ayrı bir boyutta yaşadıkları için de bizim tarafımızdan algılanmaları asla mümkün olamayan bu varlıklar dahi bizi çeşitli şekillerde etkilemektedir; ve bunların aramızda yaşamakta olan “CİN”lerle hiç ilgileri yoktur!..
Ancak bu arada çok büyük bir aldatmaca da söz konusudur...
Günümüzde “UZAYLI” olarak lanse edilen ve kabul ettirilmeye çalışılan “CİN”lerin ilişkide oldukları kimselere, cinlerin kendilerini zaman zaman da “melek” olarak empoze ettiklerini duyuyoruz...
İster kendilerinin “uzaylı” olduklarını söylesinler, ister “Mevlâna” ya da başka birinin “RUHU” olduklarını iddia etsinler; ve hatta kendilerinin “melek” olduklarını kabul ettirmeye çalışsınlar, kesinlikle bilelim ki, bunlar hep “CİN”lerdir!..
Bunlardan, müşahedemize göre yegâne korunma yolu da şu aşağıda yazacağımız Kur’ân âyetlerini ezberleyip okumaktır;
“Rabbi inniy messeniyeş şeytanu Bi nusbin ve azâb; Rabbi eûzü BiKE min hemezâtiş şeyâtıyn ve eûzü BiKE Rabbi en yahdurûn. Ve hıfzan min külli şeytanin mârid.” (38.Sâd: 41; 23.Mu’minûn: 97-98; 37.Sâffât: 7)
Bu okumanın nasıl ve hangi sistemle fayda sağlayacağını ise en tafsilâtlı bir biçimde “DUA VE ZİKİR” isimli kitabımızda anlatmıştık...
Bu tür ilişkilerde olanlar, sabah-akşam 150 veya 200’er defa okumaya devam ederlerse, ayrıca yine aynı kitabın başındaki duaya günde 100 defa devam ederlerse kısa sürede bu kandırmacanın sona erdiğini görürler...
Tabii, okumamaları için üzerlerine yapılan baskıya karşı koyup; içlerinde, okumamaları için oluşturulacak sıkıntıya direnebilirlerse...
Evet, hüküm, takdir işte böylece, yıldızlar adı ardındaki, “Mutlak irade”den her an evrene yayılmakta; ve bu arada bizlere de ulaşarak, hükmünü icra etmektedir!..
Ve bu etkileme “hidâyet” kelimesinin ihtiva ettiği “lütfu letâfetle”, yani biz hiç farkında olmadan, bünyemizde en gizli “Latiyf” bir biçimde cereyan etmektedir...
İşte günümüzde “Astroloji” diye tanımlanan “Burçlar ilmi”nin temelinde böyle bir sistem mevcuttur...
Evet, “ihdına”nın nasıl olduğunu, “hidâyet”in hangi sistemle meydana geldiğini izah sadedinde mecburen buralara kadar geldik...
Nitekim az önce görmüş olduğumuz şu âyette “hidâyetin oluşması” apaçık ve kesin bir şekilde vurgulanmıştır:
“Necm olarak hakikate erdirir!”
Bu âyet görüldüğü gibi, “hidâyet”in yıldız kanalıyla oluştuğunu vurgulamaktadır... Özellikle “B” sırrının anahtarını bu âyeti deşifre etmek için kullanırsak, şu çok orijinal mânâ ile karşı karşıya kalırız...
“HÂDİY olan ALLÂH, isimlerinin mânâsıyla, var ettiği yıldız adı takılmış nesneden yolladığı tesirle-melekle-ışınlarla hidâyetini onlara ulaştırır...”
Yani tesir bize göre her ne kadar yıldızdan ise de, özü ve varlığı itibarıyla Allâh’tandır!..
Tıpkı, “yemek yedim, Allâh kuvvet verdi”deki gibi... “İlaç aldım, Allâh şifa verdi”deki gibi!
Eğer bunu da anladıysak, konu iyice açıklık kazandı demektir...
Artık hidâyet “emr”inin semâdan arza nasıl “nâzil olduğunu” fark ediyoruz, demektir...
“Hidâyet” mekanizmasının nasıl çalıştığını kavradığımıza göre; kaç türlü “hidâyet” söz konusu, bir de onu görelim…
Bu arada bilelim ki, Allâh’ın hidâyet ölçüsünden bahsetmek, O’nu sınırlamak olur ki elbette bu mümkün değildir...
Öyle ise “hidâyeti” en geniş kapsamlı olarak, tüm varlıkların, varoluş gayelerine göre yönlendirilmesi, yapacakları işlerin onlara kolaylaştırılması, onların işlere kolaylaştırılması olarak anlayabileceğimiz gibi...
Daha sınırlı anlamıyla, “gerçek doğru” ile “göresel doğru” arasındaki farkı görebilme anlamına da değerlendirebileceğiz...
Ayrıca, varlığı çok daha geniş kapasitede, kapsamlı özelliklerle değerlendirebilecek olan Nebilere ve evliyaya bu yolda yeni yeni açılımlar sağlayan hidâyet dahi yine “ihdına” derken düşünülebiliyor...
“SIRAT”a gelince...
“SIRAT”, genelde yol, cadde anlamına kullanılmasına karşın, “sıratal’müstakıym” deyimi dinsel mânâda, “Allâh yolu üzere olmak” şeklinde anlaşılır...
“Müstakıym” ise öyle bir doğruluktur ki, o gidiş üzerinde ne sağa-sola kıvrılma vardır; ne de iniş-çıkış, iki nokta arasında seyreden ışın hattı gibi!..
Esas itibarıyla her yaratılmış kendi yolundan, “ALLÂH yolu üzerindedir”...
“Allâh’a giden yolun sayısı nefislerin adedincedir” sözüyle işaret edilen mânâda; “herkes kendi Rabbinin hükmü altında ve doğrultusunda” ise de ve bu duruma;
“Herkes yaratılış programı (fıtratı - şâkılesi) doğrultusunda fiiller ortaya koyar!..” (17.İsra’: 84)
Âyetiyle de işaret edilmişse de...
Ve bu mânâda olarak;
“İhdinas Sıratal’müstakıym”in mânâsını “Fâtiha”nın “ruhuna” uygun olarak;
“Bize takdir etmiş olduğun hedefe ulaşmayı KOLAYLAŞTIR” diye anlarsak da...
Herkesin, yaratılış amacına göre doğru olan sıratı var ise de…
Özel anlamı ile, “İHDA”yı, kişinin “in’am” yolundan ebedî huzur ve saadete ermesini sağlayacak bir “sırat”ı istemesi gerektiğini; “Hz. Muhammed (aleyhisselâm)’ın bildirdiği gerçeklere uygun bir yaşam sürmeyi kolaylaştır” anlamında değerlendirmemiz gerektiğini, bundan sonraki âyetler göstermektedir...
Öyle ise geldik şimdi, bir sonraki son âyete…
“Sıratalleziyne en’amte aleyhim; Ğayril’mağdûbi aleyhim; Ve laddaaalliyn”
“O yola ki senin in’amını hâvîdir, bağışladın onlara; gazaplandıklarının ve sapmışların yoluna değil!..”
“İn’am” yani nimetleri hâvî “sırat” neleri ihtiva eder…
“Bunda dikkat çeken üç nokta mevcuttur:
Evvela, bizzat yol ve sırat en önemli nimet olan azametli bir nimettir...
Sâniyen, in’amı sırat, çok önemli bir yardım olarak anlaşılır...
Sâlisen, onlara izafe kılınan bu sırat, kendi vazıları olmayıp; vazı ve in’amı ilâhî olduğu ve onların sıratı olması mazhariyet ve sülukları itibarıyla bulunduğu, anlaşılır...” (Cilt:1; Sayfa:130)
Esasen, “RAHMÂN”ın “rahmet”i sonucu oluşan bu “in’am olan yol”, elbette ki kişiyi Rabbine kulluğunun bilincine kavuşturacaktır; ki bundan da daha büyük mutluluk olamaz!
Allâh’ın bu genel “in’am”ı dışında bir de özel “in’am”ı vardır... Buna erenler kimlerdir?..
Bunlar yine Kur’ân açıklamasına göre, derece derece sâlihler, şehîdler, velîler ve Nebilerdir... Bu nimetler ile derece derece Allâh’a yakîn ve kurbet eylemişlerdir... Ki “İHDA”yı bu “yakîne ve kurbete götüren yola” anlamında da anlayabiliriz...
İçlerinde olunmaması uyarılan “mağdûbi” ve “daalliyn” kimlerdir?..
“Mağdûbi”, “gazapa uğramışlar” anlamına kullanılmıştır...
Zulmedenin fiilinin neticesini oluşturma düşüncesi, “gazap” olarak tanımlanır...
En büyük zulüm de, kişinin, “nefsine olan zulmüdür”; ki buna “şirk” denir!..
“ŞİRK”; özellikleri ve sıfatlarıyla SONSUZ-SINIRSIZ ve VAHİD-ül AHAD olup “ALLÂH İsmiyle İşaret Edilen”in yanı sıra bir tanrı kabullenme anlamını meydana getirecek şekilde, gerçeği örten fikir ve kabulleniştir!
Ki bu hâl netice itibarıyla “gazap”ı doğurur...
Bu durumda “mağdûbi” diye işaret edilenlerin “şirk” ehli olan “müşrik”ler yani “TANRI kavramına inananlar” olduğu mânâsı anlaşılır...
“Daalliyn”e gelince...
“Dalâl ve dalâlet” doğru olan yoldan hataen veya kasten “sapmak”tır... Yani, doğru yol üzere iken, hata yapmak suretiyle veya kastı mahsusa ile, yürüdüğü istikametten başka bir yöne yönelmektir “dalâl”...
Şayet bir kişi gerçeği bulmuşken, o gerçek üzere iken, gerçekten ayrılmasına yol açan fikri kabullenir ve o görüşe yönelirse, buna “dalâlete sapma” denir...
Doğrusu Allâh indîndedir elbet; ancak bizim anladığımız kadarıyla, âyette geçen ““MAĞDÛBİ” denilenler, “şirk” yollu, baştan beri “Tanrı kavramını kabul edenler”dir ki bunun da din terminolojisinde karşılığı “müşrikler”dir...
“DAALLİYN” ise, “Ehli kitap” denilen; kendilerine işin doğrusu bildirilmiş, ALLÂH indîndeki tek DİN’den yani İSLÂM’dan, yani Hz. Musa veya Hz. İsa öğretisinden “SAPANLAR”dır!..
Evet, “FÂTİHA” Sûresi’nin derinliklerine olan müşahedemizden şimdilik anlatabileceklerimiz bu kadar...
Bu durumda, SİSTEMİ bu kadar fark ettikten sonra nasıl KORUNMALIYIZ..?
Kaynak : Hz.Muhammed Neyi "OKU"du? - Ahmed Hulusi