Message
“RIZIK” son derece geniş kapsamlı bir kelime olup, yenen, içilen, her türlü kullanılan, yararlanılan şey olduğu gibi, çocuk, eş, yapılan çalışmalar, kişide meydana gelen ilim, yaşanılan tüm manevî hâller dahi hep bu kelime kapsamında mütalaa edilir...
“İNFAK” ise, elden çıkartma, bir başkasına verme, anlamındadır...
“İnfak”ın iki derecesi vardır;
“İnfak”ın birinci derecesi, yukarıdaki âyette belirtilen şekilde “rızıklandırıldığından başkalarına bağışlama”dır; başkalarıyla paylaşmadır... Bu bağışlanan, elindekilerin herhangi bir kısmı olabilir... Elindekinin “ille de şu bölümü” diye bir kayıt yoktur...
“İnfak”ın ikinci derecesi ise “Birr” diye tanımlanır, ki buna işaret eden âyet de şudur:
“SEVDİĞİNİZ ŞEYLERİ BAŞKALARINA KARŞILIKSIZ OLARAK BAĞIŞLAMADIKÇA “BİRR”E (hayra) EREMEZSİNİZ...” (3.Âl-u İmran: 92)
Dikkat edilirse burada “sevdiklerinizden” kaydı mevcuttur... Rastgele bir şeyi değil!
Bu âyet nâzil olduğu zaman, Rasûlullâh yanındaki inanmışların her biri, en çok sevdikleri nesneleri başkalarına bağışlamışlardı... Elbette ki, bu âyet sadece o zaman yaşayanları değil; diğer âyetler gibi, kıyamete kadar tüm hitap ettiği müslümanları muhatap alıyordu...
Niçin rızıklandığından başkalarına infak..?
Anlayabildiğimiz kadarıyla, “infak”ın önde gelen sebebi, kişinin olabildiğince elindekileri başkalarıyla paylaşmak suretiyle, “sahiplenme düşüncesinden” kendini arındırmasıdır...
İnsanoğlu, netice itibarıyla, nesi var nesi yok elindekilerin hepsini, er ya da geç zorunlu olarak terk edip, bu dünyadan geçip gidecektir!.. Durum bu olduğuna göre de, en akıllıca iş, yarın nasıl olsa terk edeceğin şeye bugünden hırsla bağlanmamaktır...
İnsanı dünyaya en fazla bağlayan şey, sahibi olduğunu sandıklarıdır!..
Hz. İsa’nın şu işareti çok önemlidir:
“İnsanın kalbi sahiplendiği şeylerledir... Öyle ise sahip olduklarınızı Allâh için bağışlayınız ki, kalbiniz onlarla birlikte göklerin melekûtunda yer alsın!..”
“Ölüm” yani “dönüşüm” anında insana en büyük ıstırabı, o güne kadar beraber yaşadığı malı-mülkü ve yakınlarından ayrılma duygusu verir...
Bu duygudan kurtulmanın formülünü ise, İslâm düşüncesi şöyle vermiştir: Elinde ne varsa, hepsi Allâh bağışıdır!.. Diler verir, diler geri alır!.. Vermesinde de almasında da bir hikmet vardır...
Siz bu gerçeği bilerek; elinizdeki her şeyin geçici bir süre için emanet olarak verildiğinin bilinci içinde olarak, “ne elinize girenle sevinip şımarın, ne de elinizden çıkandan dolayı üzülüp kendinizi yıpratın”...
Esasen, rızık tamamıyla ALLÂH takdiridir... Nedeni, niçini sorulmaz!.. Dilediğine dilediği kadar verir ve dilediğinden de dilediğini alır...
Aklı başında insana yakışan odur ki, aldığında da verdiğinde de daima ön planda Allâh takdirini tespit eder; ve her şey O’nun takdiriyledir, diyerek hiçbir şeyi sahiplenmez!..
Sana ilham eder, bana verdirir; bana ilham eder, ona verdirir!.. Ancak, kesin olarak bilelim ki, kim kime ne vermiş ise, gerçekte hüküm ve takdir kesinlikle Allâh’ındır!.. Bizler ise arada sadece vesileyiz...
Ne takdirde olmayanı verebiliriz; ne de takdir edilmiş olanı vermemezlik edebiliriz!.. İşte bu gerçeği kavrayabilirsek; “infak” çok kolaylaşır!..
İster zekât diye anlayın “infak”ı, ister sadaka diye, ister hediye diye... Önemli olan, elin altındakileri başkalarıyla paylaşabilmek; karşılık beklemeden onları bağışlayabilmektir...
Şu noktayı da gözden kaçırmamak gerekir...
“Karşılık beklemenin” temelinde yatan neden, sahiplik düşüncesi ve benliktir!.. Kendine ait kabul ettiğin şeyi karşındakine verdiğinde, elbette onun karşılığını beklersin... Ama, “Allâh”tan; ama, “kul”dan!..
Oysa sahibi olmadığın bir şeyi verince, elbette ki karşılık beklemek diye bir şey de söz konusu olmaz!..
Sana emanet verilen bir şeyi iade ettiğin zaman, buna karşılık bekler misin?.. Elbette ki hayır!.. İşte bu örnekte olduğu gibi, “karşılıksız vermenin” tek yolu o şeyin kendinde emanet olduğunu fark etmektir!..
İşte bu idrak içinde “infak”ı değerlendirirsek...
Korunmak isteyenler, infak yolunu da zorunlu olarak tutacaklardır... Çünkü onlar, elleri altındakileri terk etmenin ıstırap ve azabından olabildiğince korunmak için, bugünden tedbir almanın mecburiyetini fark etmişlerdir... Ki bu taban çaredir!..
Bir de bunun daha üst seviyedeki “korunma çaresi” söz konusudur ki, o da yukarıda izah ettiğimiz âyettir...
Hani şu “BİRR”e ermeyi tavsiye eden âyet!.. “BİRR”e ermenin yolu “BEN”i terkten geçer!.. “BEN” kalmazsa, elbette “BENİM” de söz konusu olmaz!.. “BEN” kalmazsa, hep “O” olur!.. Hep “O” olunca, artık benim, senin, onun kavramı kalmaz... Sevdiğin, nerede ve kiminle olursa olsun, gerçekte hep seninledir!.. Çünkü hep O’nunladır!.. Bu yaşamda ise, artık birimsellikten ileri gelen kavramlar eriyip gider; Allâh’la olmak sana yeter!..
Bu sebepledir ki, şeklen sevdiğini bağışlamak, vermek; gerçekte benliğini terk etmek ve arınmaktır... Ki bu yol da vuslat kapısını açar!..
Netice... Kişi beden değişimi (ölüm) sonrasında karşılaşacağı azaplardan korunmak istiyorsa, infak etmek zorundadır... En azıyla “zekât” miktarınca!.. En çoğuyla, maddi manevî tüm varlığıyla her şeyini “halka hizmete” tahsis ederek!..
“İnsanlara şükretmeyen Allâh’a şükretmiş olmaz!..”
Hadisinde olduğu üzere... “Varlığını” Allâh yolunda bağışlamak suretiyle!..
Kaynak : Hz.Muhammed Neyi "OKU"du? - Ahmed Hulusi