Message
Ebu Zerr (radıyallâhu anh)’dan rivayet edilmiştir.
Rasûlullâh (sallâllâhu aleyhi vesellem) şöyle buyurdu:
“Ben sizin görmediklerinizi görüyor ve işitmediklerinizi işitiyorum. Gökyüzü gıcırdamakta haklı idi! Çünkü gökyüzünde dört parmaklık bir yer kalmamıştı ki, bir melek alnını yere koyarak secdeye kapanmamış olsun. Vallâhi benim bildiklerimi bilseniz muhakkak ki az güler ve az ağlardınız ve yataklar üstünde kadınlardan zevk almazdınız; ve yollara çıkarak avaz avaz Allâh’a niyazda bulunurdunuz!..” (Tırmizî)
“…Allâh’tan, kullarından ancak âlimler (“Allâh” ismiyle işaret olunanı fark edenler, Azametini bilenler) haşyet duyar! Muhakkak ki Allâh Aziyz’dir, Ğafûr’dur.” (35.Fâtır: 28)
“İçinizde Allâh’ı en çok bilen benim ve içinizde Allâh’tan gene çok korkan da benim!..”
Buyuruyor Rasûlü Ekrem…
Peki Allâh’ın nesinden korkacağız?..
“Ey iman edenler... Allâh’tan (size yaptıklarınızın sonuçlarını kesinlikle yaşatacağı için) hakkıyla korunun ve ancak teslim olmuşluğunu yaşayanlar olarak ölün.” (3.Âl-u İmran: 102)
“Korku” diye tercüme edilen “ittika”; elem ve zarar verecek olan şeylerden sakınıp, iyice kendini “koruma” anlamına gelir. “TAKVA”yı kuvvetli bir himayeye girerek korunmak, kendini iyi sakınıp korumak, şeklinde anlarız.
Böyle olunca “kendini koruma”nın esas iki düzeyi söz konusudur:
1. Hz. Rasûl-ü Ekrem’in bildirdiği şekilde karşılaşılması mukadder olan ölüm ötesi yaşamın sayısız tehlikelerine karşı zaruri “koruma” tedbirleri.
2. Varlığında, özünde mevcut olan Allâh’tan mahrum kalmaktan “korunma” tedbirleri.
Korku kelimesi ile oluşturulan kuru bir duygu mu, yoksa var olan ve karşılaşılacak olan birtakım olaylar var ve bu olaylarla karşılaşmamak için tedbir almanın zaruretini belirtmek bâbında mı kullanılıyor?
“Allâh’tan ancak âlim olanlarınız korkar” âyetiyle anlatılan nokta, ilmi olmayanın Allâh’tan korkmayacağını, açıklıyor demektir!..
Demek ki, ancak, belli bir ilim sahibi Allâh’tan korkar, bilinçli olarak!.. Ve nitekim Hz. Rasûlullâh (aleyhisselâm) ne diyor..?
“İçinizde en çok Allâh’ı bilen benim ve en çok korkan da benim”!..
Allâh ismi ile işaret edilen evrensel ve ötesi, münezzeh varlığı, bir “tanrı” gibi düşünmek şirktir!..
Böyle düşünemeyeceğimize göre; biz Allâh’ın eserlerini düşüneceğiz; yani Efâl mertebesindeki oluşu!..
Demek ki Efâl mertebesinde istikbâlde öyle karşılaşılacak olaylar söz konusu ki, bu olaylar bir mekanizma gibi gelişecektir.
“…Bizim sünnetimizde değişiklik bulamazsın.” (17.İsra’: 77)
Âyetinde belirtildiği üzere, tabii olarak otomatik olarak çalışan bir mekanizma!..
Geleceğe dönük olayların nelere sebep olacağını idrak edersen, kendinin o olaylara, sanki akan bir bandın üstüne bağlanmışın da, ilerdeki testereye geldiğin zaman ortadan biçileceksin!.. İşte böylesine bir âkıbet var ve böylesine bir âkıbete, akışa karşılık, seni en çok seven kişi olan Hz. Rasûlullâh; sanki şöyle uyarıyor seni.
Çok tehlikeli olaylarla karşılaşacağın bir noktaya doğru sürükleniyorsun, ne olursun bu tedbirleri al!.. Şu dünya oyun, eğlencesine aldanma!.. Çevrendekilerle laklakla, dedikodu ile vakit geçirme; kendi iplerini kopar, bu bantın üstünden ayrıl, bu testere seni kesmesin!..
Şüphesiz dünya hayatı bir oyun ve bir eğlenceden başka bir şey değildir. Şüphesiz malın, evlatların vs. senin için birer fitnedir.
Bunlara kanıp da ömrünü boşa zâyi etme!.. Bu noktaya gidiyorsun!.. Karşılaşacağın olaylar böylesine mutlak, kesin ve acımasızdır!.. Öyle ise bunlarla karşılaşmadan evvel tedbirini dünyada iken al!.. Başka yapacak bir şey yok. O günde evlat anadan, karı kocadan kaçar.
Eğer inanıyorsak Hz. Muhammed’in gerçeği haber verdiğine; bu söylediklerine kulak vermek mecburiyetindeyiz.
Ama bu söylediklerine kulak vermek; bizim şu anda yaşadığımız dünyadaki varlığımıza, kabul ettiğimiz varlığımıza, terkibimize, tabiatımıza ters düşen davranışlardır!
İlâhî emirler ve yasaklar; bizim, tabiatımızdan, huylarımızdan, alışkanlıklarımızdan, şartlanmalarımızdan kopmayı öneriyor!
Eğer konuştuğumuz gibi tabiatımızdan, şartlanmalarımızdan, alışkanlıklarımızdan kopamadığımız takdirde, bu mukadder âkıbet bizi bekliyor.
Şurada, ani bir olay patlasa bile icabında sağına soluna bakmadan kaçıp kendini kurtarmaya bakıyorsun.
Bundan çok daha dehşetli bir olay, şu hadislerde anlatılan âhiret manzarasını düşünelim ve bunun çok daha hafifi olanı anlatalım.
Evet, öldüğün andan itibaren, dünyadaki bütün alışkanlıklarının bütün bağlarının ızdırabını çekmeye başlıyorsun. Çünkü, zoraki olarak, onlar senden uzaklaştırılmış!.. Ve bu ızdırap ne kadar devam ediyor?..
Ölçüsüz bir zaman!.. Zaman diye bir şey hissedemiyorsun ki!.. Sana, karşılaştığın bu ızdırabı unutturacak ikinci bir olay da yok!..
Dünya’da sana ızdırap veren bir olay oluyor, arkasından başka bir olayla karşılaşıyorsun ve onu unutabiliyorsun!.. Öldükten sonraki hayatta, onu sana unutturacak ikinci bir olay yok!.. Beden çürüdükten sonra, artık, tümüyle dağılıp gittikten sonra; sen bedenden de koptun; eğer üst yaşama da geçemediysen, bir uyku hâli gibi bir hâl geliyor, uyuyakalıyorsun.
Ya kâbus ya rüya! Tâ ki kıyamet kopana, haşr olayı gerçekleşene kadar...
O andan itibaren, kıyamet ile birlikte sanki Dünya’nın yuvarlak, şu kürelik hâli kaybolup gidiyor!.. Sanki, bir düz tepsi gibi oluyor!
Ve burada, bütün gelmiş geçmiş insanlar canlanıyor!.. Kalabalığı düşünün!..
Elli bin kişinin, yüz bin kişinin toplandığı, iki yüz bin kişinin toplandığı bir kalabalığı düşünün! Düşünün ki gelmiş geçmiş milyarlarla insan bir yerde toplanmış ve o toplandığı mahalde; cehennem melekler tarafından çekilerek getirilir ve Dünya’nın etrafını sarar!..
Bütün o topluluğu ve her taraftan saran cehennemin alevlerini düşün!.. Öyle bir alev dalgası ki, Dünya’yı su gibi eritecek olan bir alev!
“Herkes dünyada iken neye tapıyorsa onun peşinden gitsin” deniyor!..
Orada herkes taptığının peşine gidecek gayri ihtiyarî!.. O, zaten onunla ünsiyet peydah etmiş!..
Herkes Dünya’da iken kimi, neyi seviyorsa tabii olarak orada onunla beraber!..
Ve kıldan ince, kılıçtan keskin köprü üzerinden, milyonlarla insan akıp geçmeye başlayacak. Kıldan ince kılıçtan keskin bir şeyin üzerinden milyonlarla insan nasıl geçer?
Bu anlatım o geçilen mahallin ne kadar zorlu bir mahal olduğunu anlatma, tarif sadedinde bir mecazdır, teşbihtir, bir benzetmedir!..
Oradan geçiş gücü, yani herkesin nûru, bu Dünya’daki çalışmalarından meydana gelen enerjisi nisbetindedir.
- Yâ Rabbi herkes geçti, ben niye en ağır kaldım? diyor.
- Senin amelin seni geri bıraktırdı! cevabını alıyor.
Senin bu Dünya’da iken eksik olan amelin, ibadetin, tatbikat eksikliklerin, senin belli ruhaniyeti, belli nûraniyeti elde etmene mâni oluyor!..
Onun neticesinde tabii olarak orada Güneş’i geçemiyorsun!.. Kimsenin nûru kimseye de fayda etmez.
Rasûlullâh’ım yetiş bana, falanca velî yetiş bana!..
Kimsenin nûru kimseye fayda etmez!.. Ve oradan, eksiklikleri kadar, nûraniyetinin, enerjisinin eksikliği kadar ceheneme giriyor!..
Ne kadar cehenneme giriyor?..
Kendisindeki tabiat hükmü ne kadar ağırsa, alışkanlıkları, bağları, duyguları ne kadar ağırsa, çoksa, yoğunsa o kadar uzun süre orada yanıyor!
Zira bizim zaman ölçülerimizle alâkalı değil olay!.. Kömür gibi oluyor ceset!.. Ancak abdest âzaları, namaz âzaları yanmıyor. Ve bu yaşam sayısız senelerle devam edip gidiyor!..
Şimdi sen tut de ki:
- Canım nasıl olsa neticede iman ettik cennete gireceğiz, burada bildiğimiz gibi yaşayalım!..
Yaşıyorsun ama, her yaşadığın, attığın adımla, şuradaki beş dakikalık, beş senelik zevk için, oradaki sonsuz sürelerle kendini kayıtlıyorsun.
Bunu bırak; cennete girdin ya cennetin içindeki cennet ehlinin arasındaki derece farkları!..
Eğer ki bir adam benim uçmak hoşuma gidiyor deyip de otuz saniyelik, yirmi saniyelik düşüş zevki için kendini pencereden atsa, düşüp her tarafı kırılsa, sen bu adama “akıllı” mı dersin?.. Demezsin!.. Ama beş senelik, on senelik dünya hayatı için, milyarlarca senelik geleceğini feda ediyorsun!..
Öyleyse bize düşen iş, bütün bunlardan ibret alıp, yiyip içip yaşayarak ömrü tüketmek değil; tabiatımızla mücadele etmek!..
Bu mücadeleyi etmediğimiz sürece kendimizi aldatmış oluruz.
Kim bu mücadeleye gerek yok, diyorsa, o maalesef kendini aldatanlardandır!.. Terkibi, onu o şekilde konuşturuyordur, o şekilde yaşatıyordur!
İlmi yoktur, cahildir; geleceğe ait gerçekleri bilmez, konuşur!..
Ve bizde bu ilim bu gerçek varken; buna rağmen, onlara tâbi olursak, kendi kendimizi helâka sürüklemiş oluruz, kendi amelimizle kendi azabımızı hazırlamış oluruz.
“…Yemin olsun ki, ilimden sana gelenden sonra onların hevâlarına (şartlanmalarına göre oluşan fikirler/istekler) tâbi olursan, kesinlikle zâlimlerden olursun!” (2.Bakara: 145)
Kaynak : İnsan ve Sırları - Ahmed Hulusi