Message
Popp doğadaki ışık hakkında düşünmeye başladı. Işık tabii ki bitkilerde mevcuttu ve fotosentez için gerekli enerjinin kaynağını oluşturuyordu. Öyle düşünüyordu ki, sebze yediğimizde, bizde bu protonları alıp, saklıyorduk. Mesela biraz brokoli yediğimizi farz edelim. Onu sindirdiğimizde, karbondioksite (CO2), suya ve fotosentez sırasında var olan ve güneşten depolanmış ışığa dönüşüyor. CO2’yi çıkartıyoruz ve suyu saf dışı bırakıyoruz. Ama ışık, elektromanyetik dalga, bir şekilde depolanıyor. Vücuda alındığında bu protonların enerjisi yayılıyor ve böylece de en yüksekten en düşüğe kadar çeşitlilik gösteren elektromanyetik birçok frekansa dönüşüyor. Bu enerji de bedendeki tüm moleküllerin yaşam gücü olarak işlev görüyor.
Fotonlar aynı bir dönüştürcünün tek bir enstrümanın kolektif sese dönüşmesine imkan verdiği gibi, bedensel fonksiyonları da etkiliyor. Popp deneylerle hücrelerin belirli frekanslara tepki verdiğini ve fotonlardan gelen çeşitli titreşimlerin bedendeki diğer molekülleri etkilediğini buldu. Hafif dalgalarda, bedenin değişik parçalarıyla çeşitli marifetleri nasıl ortaya koyabildiği ve iki ya da daha fazla şeyi nasıl yapabildiği sorusuna cevap vermiş oldu. Onlara verdiği adla, bu ‘biyofoton yayılımı’, organizmanın içinde bilgi transferine imkan sağlayan muhteşem bir iletişim sistemi oluşmasına sebep oluyordu. Ama en temel ve en basit soru cevapsız kalmıştı; bunlar nereden geliyorlardı?
Öğrencilerinden özel bir yeteneği olanı bir deney yapmak için onunla konuştu. Ethidium bromide adı verilen kimyasl maddenin DNA’ya uygulandığında, kimyasal maddenin özünde bulunan heliks çiftine doğru kendini sıkıştırdığı ve onu çözdüğü bilinir. Öğrencinin teklif ettiği, kimyasalı uyguladıktan sonra, onun ve Popp’un örnekten çıkan ışığı ölçmeye çalışmasıydı. Popp, kimyasal maddenin yoğunluğunu arttırdığında, daha çok DNA’nın çözüldüğünün, ayrıca daha yoğun ışığın yayıldığının farkına vardı. Daha az koydukça, yayılan ışıkta daha cansız oluyordu. Ayrıca, DNA’nın değişik titreşimler yayabildiğini ve bazı titreşimlerin belirli işlevlerle ilintili olduğunu buldu. Eğer DNA bu ışığı depoluyorsa, çözüldüğü zaman bu ışığı yayması da çok normaldi.
Bu ve benzer çalışmalar Popp’a, ışığın en önemli depolarından ve biyofoton yayılım kaynaklarından birinin DNA olduğunu gösterdi. DNA vücuttaki asıl dalga ayarlayıcı çatal işlevinde olmalıydı. Belirli bir frekansa çarpıyor ve bazı belirli moleküller de onu takip ediyordu. Bunun tamamının mümkün olabileceğinin farkına vardı. Muhtemelen insan biyolojisindeki en büyük mucizelerden biriyle karşı karşıyaydı; tek bir hücreden bütün bir insan bedeninin oluşması gizemiyle.
Biyolojideki en büyük gizemlerden biri bizim ve yaşayan tüm canlıların bir geometrik şekli nasıl aldığımızdır. Modern bilim adamları mavi gözlere sahip olduğumuzu, bir metre 80 santim uzayabildiğimizi ve hatta hücrelerin nasıl bölündüğünü bile anlamışlardır. Bu durumda daha gizemli olan bu hücrelerin bu yapılanma sürecinde nasıl olup da ne şekli almaları gerektiğini bilmeleridir? Böylece bir el, el olarak, bir ayak da ayak olarak oluşuyordu. Aynı, bu hücrelerle oluşmuş ve kendilerini meydana getirmiş mekanizmalar gibi bir araya gelip insan formunu oluşturmaktaydılar.
Genel bilimsel açıklama moleküller ve çift heliks içeren ve genetik koda sahip olan DNA’ların arasındaki kimyasal etkileşim olduğu şeklindeydi. Her DNA heliks’i ya da kromozomu –bedenimizdeki milyarlarca bulunan her hücrede yirmi altı çift bulunmaktadır- her insanın bedeninde eşsiz olan dört farklı bileşenin (kısaca ATCG) uzun bir nucleotide zincirine sahipti. Burada en bildik ve ünlü fikir genlerin bir genetik programının olduğuydu ve bu genlerin bir araya gelirken şekli belirlemesine yol açıyordu. Ya da Richard Dawkins gibi yenilikçi Darwincilere göre, bu acımasız genler aynı Chicago’daki haydutlar gibi şekil oluşturma güçlerine sahiptiler ve bizim “yaşamsal makinelerimiz” diler bilinçsiz bir şekilde programlanmış moleküllerdi ve biz bunlara gen diyorduk.
Bu teori DNA’yı insan bedeninin Rönesans adamı yapıyordu. Hem mimar, hem inşa eden, hem de merkez makine odasıydı. Ve kullandığı tek şey protein imal eden bir avuç kimyasaldı. Modern bilimsel görüş DNA’nın bir şekilde bedeni oluşturduğu ve dinamik aktivitelerine öncülük ettiği şeklindedir. Bunu, bazı genleri kapatıp, bazılarını açarak yapar. Bu genlerin genetik bilgileri bazı RNA moleküllerini seçebilir. Bu RNA molekülleri de, amino asitleri geniş alfabesinden, belirli proteinlerin oluşmasına sebep olan genetik kelimeleri seçerler.
Bu proteinlerin, bedenin yapılanmasından ve bedenin işlemesiyle sonuçlanan, hücrenin içinde oluşan bazı kimyasal süreçlerin oluşmasından sorumlu olduğu düşünülmektedir.
Hiç şüphe yoktur ki proteinler bedensel fonksiyonlarda çok önemli bir rol oynamaktadırlar. Darwincilerin burada açıklayamadığı, DNA’nın bunu ne zaman yöneteceğini tam olarak nasıl bildiği ve her biri kör gibi birbirine çarpıp duran bu kimyasalların nasıl olup da birlikte hareket edebildikleridir. Her hücre saniyede yaklaşık 100.000 kimyasal reaksiyondan geçmektedir ve bu proses vücudun içindeki bütün hücrelerde kendini sürekli olarak tekrarlar. Her saniyede birbiri ardına milyarlarca kimyasal reaksiyon oluşmaktadır. Zaman çok dikkatli olmalıdır, çünkü bu hücrelerde olmakta olan milyarlarca reaksiyondan biri, bir sebepten dolayı olmazsa, insan kendini birkaç saniye içinde patlatabilir. Ama burada genetik bilimcilerinin cevaplamadığı ya da üzerinde durmadıkları bir konu vardı; eğer DNA kontrol odasıysa, o zaman her biri teker teker işlev gören ve birliği sağlayan genlerin ve hücrelerin senkronize bir şekilde çalışmasını sağlayan geri plandaki mekanizma neydi? Bazı hücrelere el ya da ayak olacağını söyleyen kimyasal ya da genetik proses neydi? Ve hangi hücresel prosesler ne zaman olmaktaydı?
Eğer bu genlerin hepsi koca bir orkestra gibi beraber çalışıyorlarsa, bunları yöneten kimdir? Ve tüm bu proseslerin sebebi sadece moleküller arasındaki çarpışmaysa, bunun sonucunun insanların hayatlarının her dakikasında gösterdiği tutarlı hareketler olduğu düşünülürse, bunun tamamı nasıl işlemekteydi?
Döllenmiş bir yumurta bölünüp, küçük hücreler ürettiğinde, bunların her biri vücudun neresinde var olacaklarsa ona göre bir yapı ve işlev belirleyip, buna uyumlanmaya başlarlar. Her yeni hücre, aynı genetik bilgiyle, aynı kromozomlara sahip olsa bile, bazı hücre çeşitleri diğerlerinden farklı davranabilmek için genetik bilgiyi farklı kullanmayı biliyorlardı. Bu yüzden de onların sırasının ne zaman geldiğinden sanki kesinlikle emindirler. Dahası, bu genler hangi tip hücrelerin doğru yerde üretilmesi gerektiğini de bilirler. Her hücre, yapının tamamının mükemmel olması için hangi hücrelerle komşuluk yapıp, beraber çalışması gerektiğini de bilmektedir. Bunun için gerekli olan en temel şey, embriyonun oluşma aşamasında ve hayatımızın her saniyesinde yaptığımız her şey için, hücreler arasındaki mükemmel iletişimdir.
Genetikçiler hücre değişiminin sebebinin hücrelere bağlı olduğunu, nasıl değişime uğranacağını önceden bilen ve sonradan farklı olduğunu bir şekilde hatırlayan ve bu önemli bilginin hücrelerle nesillere aktarıldığını düşünüyorlar. Şu dakikada, bilim adamları bunun, özellikle bu hızda nasıl olduğu konusunda omuz silkmekten başka bir şey yapamıyorlar.
Darwin’in kendisi şu itirafta bulunmuştur; “Tüm bu süreçlerin bir bebeğin oluşumuna nasıl sebep verdiği embriyo uzmanlarının üzerinde on yıllar, hatta yüzyıllar boyunca çalışması gereken bir hikayedir. Ama şöyle bir gerçek vardır ki, bu olmaktadır.”
Başka şekilde anlatırsak, davasını kapatmak üzere olan bir polis gibi, bilim adamları da kanıt toplama zahmetine girmeden en olağan şüpheliyi yakalamışlardır. Bu kesin gerçekliğin detayları, proteinlerin kendi kendine bunların tamamını nasıl başardığı, belirsiz kalmıştır. Hücre süreçlerinin bir orkestra yönetilmesi gibi olmasına gelirsek de, biyokimyacılar bu soruyu asla sormamışlardır bile.
İngiliz biyolog Rupert Sheldrake bu yaklaşıma en ses getiren ve en süreklilik kazanan bir şekilde meydan okudu. Gen aktivasyonunun ve proteinlerin işlevinin şöyle açıklanabileceğini söylüyordu; İnşaat alanına taşınan malzemeler orada yapılacak olan binanın da yapısını göstermekteydi. Günümüzde geçerli olan genetik teorinin de gelişme sisteminin kendi kendini nasıl yapılandırdığını, ya da gelişim sürecinde büyümenin nasıl olduğunu, sistemin içindeki bir parça çıkarıldığında, ya da sisteme yeni bir parça eklendiğinde organizmanın nasıl hayat bulduğunu, ya da yeni düzende işlevlerine nasıl devam ettiğini açıklamadığı söyledi.
Sheldrake, Hindistan’da bir aşramda bu tutkuyla sarıldığı ilhamla hipotezinin neden sonuç ilişkisine oturtmaya çalıştı. Moleküllerden başlayan her şeyin organizma topluluklarına ve hatta galaksilere dönüştüğünü söylediği kendi kendine organize olmuş canlı varlıkların birbirine benzeyen morfik alanlarla şekil bulduğunu söylüyordu. Bu alanların kültür ve zaman süzgecinden geçmiş benzer sistemlerde morfik bir titreşimi vardı toplu bir hafızaları. Bu sebeple de hayvan türleri ve bitkiler sadece nasıl gözükeceklerini değil, nasıl hareket edeceklerini de “hatırlıyorlardı”. Rubert Sheldrake bunun için ‘Morfik Alan’ terimini kullanıyordu ve sahip olduğu tüm kelime bilgisini, biyolojik sistemlerin molekülden, toplum içinde kendilerini bedenlenmiş olarak gösteren kendi kendilerini organize etme özelliğini tanımlamaya harcıyordu. Ona göre ‘Morfik Titreşim’ uzayda ve zamanda benzerin benzerini etkilemesiydi. Doğru şekil ve işlev formunda nesilden nesile sonsuz bilgiyle aktarılabildiği için, bu alanların (ve bunlardan çok fazla olduğunu düşünmekteydi) elektromanyetik alandan çok farklı olduğunu düşünüyordu. Daha fazlasını öğrendikçe, diğerlerinin de peşimizden gelmesi daha kolay olacaktı.
Sheldrake’in teorisi güzeldi ve kolayca işledi. Yine de kendisi de kabul etmiştir ki, tüm bunların nasıl mümkün olduğunu, ya da bu alanların tüm bu bilgileri nasıl sakladığını fizik kuramlarıyla açıklayamamaktaydı.
Popp, biyofoton yayılımında, sadece holistik sistemde merkezi yönetimle oluşan ‘gestaltbildung’ kadar morfogenez’in sorularına da cevap verdiğini düşünüyordu hücre koordinasyonu ve komünikasyonuna. Popp yaptığı deneylerle bu hafif ışık yayımının, bedenin işlevlerinde önemli olduğunu gösterdi. Yayılımın çok hafif bir yoğunlukta olması gerekiyordu, çünkü iletişim kuantumsal bir alanda gerçekleşiyordu ve yüksek yoğunluklar sadece büyük ve geniş kütlelerin dünyasında hissedilebilirdi.
Popp bu alanı araştırmaya başladığında, elektromanyetik radyasyonun bir şekilde bedenin hücre bazında büyümesine sebep olduğu üzerinde çalışan kişilerin çalışmalarının tepesinde olduğunu fark etti. “Mitogenetik Radyasyon”un temellerini 1920’lerde atan ve buna dair ilk keşfi yapan kişi Rus bilim adamı Alexander Gurwitsch’di. Gurwitsch, tek başına bir kimyasaldan ziyade bir alanın bedenin oluşumundan sorumlu olduğunu kabul etti. Gurwitsch’in çalışmaları çok fazla teorik olmasına rağmen, daha sonra araştırmacılar dokulardan gelen zayıf radyasyonun, aynı organizmadaki diğer dokulardaki hücre gelişimini etkilediğini gösterdiler.
Bu fenomen hakkında daha önce yapılan diğer çalışmaların ki şu anda birçok bilim adamı tarafından tekrarlanmaktadır bazıları 1940’larda Yale Üniversitesinden Harold S. Burr tarafından yürütülmüştür. Harold S. Burr canlı varlıkların, özellikle semenderlerin etrafında oluşan elektrik alanı ve bunları ölçmek üzerine çalışıyordu. Burr, semenderlerin olgun semenderlere benzeyen bir enerji alanına sahip olduğunu buldu ve bu bilgi aynı şekilde döllenmemiş bir yumurta için de geçerliydi.
Burr ayrıca küften, semender ve kurbağaya, hatta insanoğluna kadar tüm organizma çeşitlerinin etrafındaki elektrik alanının var olduğunu buldu. Elektrik yükündeki değişimler büyüme, uyku, yenilenme, ışık, su, fırtınalar, kanser oluşumuyla hatta ayın yakınlaşıp uzaklaşmasıyla alakalıydı. Bu sebepten, tohumlarla yaptığı deneyde gelişmiş bir bitkinin elektrik alanına benzer olduklarını buldu.
Kaynak : Alan - Evrenin Gizli Gücü - Lynne McTaggart