Message
Allah'ı tanıyan bir kimse, şüphesiz sever. Tanıması arttıkça, sevgisi de o nisbette artar. İşte sevgi arttığı zaman ona 'aşk adı verilir. Zira aşkın mânâsı ifrat derecede kuvvetli bir sevgi demektir. İşte bu sırra binaen Araplar, Hz. Peygamberin peygamberlikten önce Hira dağına çekilip ibâdete koyulduğunu gördükleri zaman 'Muhammed rabbine aşık olmuş' dediler.
Her güzellik, ancak o güzelliği idrak edenin nezdinde sevimlidir. Allah Teâlâ da zatıyla, sıfatıyla ve fiiliyle mutlak mânâda güzeldir, güzeli sever. Fakat güzellik, eğer yaratılışa, rengin berraklığına mütenasip ise göz hassasıyla (görme duyusuyla) idrak olunur. Eğer güzellik, celâl, azamet ve rütbe büyüklüğü, sıfat ve ahlâkın güzelliği, bütün yaratıklara hayrı irade etmek, devamlı onların üzerine hayli aktarmak ve buna benzer bâtınî sıfatlarla biliniyorsa, o zaman kalp hassasıyla idrak olunur. Cemâl lafzı, bazen bu tür bir güzellik için kullanılır. Bu bakımdan deniliyor ki: 'Filan adam güzel ve emindir'. Oysa onun zahirî sıfatı kastolunmaz. Ancak böyle demek, ahlâkı güzel, sıfatları güzel, sîreti güzel dernek olur. Hatta bu bâtınî sıfatlarından ötürü bu sıfatları sevmek yönünden kişi zahirî sûretinden dolayı sevildiği gibi sevilir. Bazen de bu sevgi kuvvetlenir ve o zaman aşk ismini alır. Nice aşırılar vardır ki Şâfiî, Mâlik ve Ebu Hanife (r.a) gibi mezhep sahiplerinin sevgisinde oldukça ifrata kaçmışlardır! Hatta bu sahada fazlasıyla ifrata kaçanlar, bu mezhep sahiplerinin yardımında ve mezhepleri yaymakta mallarını ve canlarını bile veriyorlardı. Mübalağa ve ifratta her aşıktan daha fazla ileri gidiyorlardı. Şu anda ölü bulunan ve sûreti güzel midir, çirkin midir, hiçbir zaman görülmeyen bir şahsın aşkını idrak etmek şaşırtıcı değil midir? Fakat bu aşk sadece onun bâtınî sûretinin, güzel sîretinin, dindarlar için yapılan amelinden hasıl olan hayırların ve başka güzel ahlâklarının güzelliğinden ileri gelir.
Kendisinden hayırlar gördüğün bir kimsenin aşkı nasıldır? Bunu anlamaman daha da şaşırtıcıdır. Kesinlikle âlemde mahbub, güzel ve hayırdan ne varsa hepsi onun iyiliklerinden bir iyilik, kereminin eserlerinden bir eser, cömertliğinin denizinden bir avuç, âlemdeki bütün hüsn ve güzellik ister akılla, ister gözle, ister kulakla, ister diğer duyularla idrak olunsun, âlemin başlangıcından sonuna kadar, yıldızlardan ta toprakların altına kadar hepsi O'nun kudret hazinelerinden bir zerre, onun huzur nûrlarından bir tema olan bir zâtın aşkı taahhül edilemez, denilsin! Doğrusu bu şaşırtıcı ve hayret verici birşeydir.
Keşke bilseydim, bu saydığımız vasıflara sahip bulunan bir zatın sevgisi nasıl makul olamaz? O'nun vasıflarını bilen kimselerin nezdinde onun sevgisi nasıl artmaz? Bu sevgiye, sevgi hududunu aşıp aşk isminin verilmesi dahi O'nun hakkında zulüm olur! Çünkü O'nun aşkı tam mânâsıyla ifade edilemez. Çok zahir olduğundan, zahir olunmaktan perdelenen nûrunun ışıldamasıyla gözlerden kaybolan zat, ortaktan münezzehtir. Eğer O nûrundan yetmiş perde ile perdelenmemiş olsaydı, O'nun yüzünün (cemâlinin) parıltıları, huzurunun cemalini düşünenlerin gözlerini yakıp kamaştıracaktı. Eğer O'nun zuhuru, gizlenmesine sebep olmasaydı akıllar dumura uğrar, kalpler dehşete düşer, kuvvetler cılızlaşır, azalar paniğe kapılırdı.
Eğer kalpler, taşlar ve demirlerden yapılmış olsaydı O'nun tecellisinin nurlarının altında paramparça olurdu! Acaba yarasa kuşlarının gözleri nasıl güneşin hakikatini keşfetmeye muktedir olabilir? Bu işaretin tahkik ve tedkiki Muhabbet bölümünde gelecektir ve bilinecektir ki, Allah'tan başkasının muhabbeti kusur ve cehalettir. Marifet denizine dalan bir kimse, Allah'tan başkasını bilmez.
Mesela İmam Şâfiî'yi, ilmini ve telif ettiği kitapları, beyazlığı, cildi, mürekkebi, kağıdı manzum kelâm ve arap dili olmak bakımından değil, Şâfiî'nin yazmasından kaynaklandığını bilen bir kimse, muhakkak Şâfiî'yi bilmeyi aşıp başkasına gitmez ve ancak Şâfiî'yi bilir. Onun muhabbeti de Şâfiî'den başkasına geçmez. Bu bakımdan Allah'tan başka herşey Allah'ın tasnifi, fiili ve fiillerinin garip ve acaip bir tecellisidir. Bu bakımdan bunu bilen bir kimse, Allah'ın sanatı olmak hasebiyle bildiği takdirde sanattan yaratıcının sıfatlarını gördüğü takdirde nitekim kitabın güzelliğinden yazarının faziletini idrak ve kudretinin üstünlüğünü müşahede ettiği gibi böyle bir kimsenin marifeti ve muhabbeti sadece Allah üzerine teksif olunur. O'nu geçip başkasına varmaz. Bu aşkın ortaklık kabul etmemesi de onun hududuna dahildir.
Bu aşkın vasıtası bulunan herşeyde ortaklık kabiliyeti vardır. Zira Allah'tan başka her mahbubun bir benzeri tasavvur edilebilir. Ya varlık âlemindedir veya imkan âleminde... Fakat bu cemâle gelince... (Allah cemâline)... Onun benzeri tasavvur olunamaz. Ne imkanda, ne de varlıkta...
Bu bakımdan Allah'tan başkasının sevgisine aşk ismini vermek hakîkat değil, mücerret bir mecazdır. Evet! Eksik ve eksikliğinde de hayvana yakın bulunan bir kimse, bazen aşk kelimesinden cisimlerin zâhirlerinin temas etmesini, cima vasıtasıyla şehvetin giderilmesinden ibaret olan kavuşmadan başka bir şey anlamaz. Bu bakımdan bu eşşeğe benzer kimse için aşk, şevk, visal ve ünsiyet terimleri kullanılmamalı... Hatta bu lafız ve mânâlardan bu kimse kaçar. Nitekim hayvanın nergiz ve reyhandan kaçtığı gibi... Hayvan ancak çayır, kurumuş ot ve ağaç yapraklarına aşıktır. Zira bu terimler, ancak Allah Teâlâ'yı takdis etmemizi farz kılan bir mânâyı andırmadığı zaman Allah için kullanılması caiz olur. Vehimler ise, anlayışlara göre değişir. Bu bakımdan bu gibi terimlerde bu inceliğe dikkat etmek gerekir, Belki sadece Allah Teâlâ'nın sıfatlarını dinlemekten ötürü öyle bir vecd meydana gelir ki, nerede ise o vecdden dolayı kalbin damar ları kopar. Zira Ebu Hüreyre (r.a) Hz. Peygamberden şöyle rivayet eder: Hz. Peygamber (s.a), İsrailoğulları'ndan dağın başında bulunan bir çocuktan bahsetti. Bu çocuk annesine şöyle sorar:
- Şu gökleri kim yarattı?
- Allah Teâlâ yarattı.
- Şu yerleri kim yarattı?
- Allah Teâlâ...
- Bulutları kim yarattı?
- Allah Teâlâ...
- Gerçekten ben Allah'ın büyük bir şan sahibi olduğunu işitiyorum.
Bunu söyledikten sonra kendisini dağdan attı ve paramparça oldu. Bu durum şundan kaynaklanır: O çocuk Allah'ın celâline, tam kudretine işaret eden şeyler dinlediğinden heyecana kapılıp vecde geldi ve vecdden dolayı kendini dağdan atıverdi. Zaten semavî kitaplar, Allah Teâlâ'nın zikriyle insanları cûşu hurûşa getirmek için inmiştir.
Seleften biri diyor ki: İncil'de şu hükmü okudum: 'Sizin için tegannide bulunduk, siz vecde gelmediniz. Sizin için mizmar çaldık, raks yapmadınız. (Sizi Allah'ın zikriyle şevke getirdik, fakat siz şevke gelmediniz)'.
İşte buraya kadar söylediklerimiz, zikretmek istediğimiz semânın kısımları, gerekleri ve gerektirenleridir. Kesinlikle anlaşıldı ki semâ bazı yerlerde mübah, bazı yerlerde de memduh dur.
Kaynak : İhya-u Ulumiddin - İmam Gazali