Message
Soru: Sen ilmin iradeyi, iradenin de kudreti, kudretin de hareketi doğurduğuna kaail misin? 'Her son gelen önce gelenden meydana gelmiştir' mi diyorsun? Eğer bunu söylersen, Allah'ın kudreti olmadığı halde bir şeyin meydana gelmesine hükmetmiş olursun! Eğer bunu söylemekten çekinirsen, bu söylediklerimizden bazısının diğeri üzerine terettüb etmesinin mânâsı nedir?
Cevap: 'Bunların bazısı bazısından meydana gelmiştir' demek katıksız cehalettir. İsterse, bu mânâ doğurmak ile, isterse başka tabirlerle ifade edilsin. Bütün bunlar ezelî kudret ile ifade edilen mânâya havale edilir! O ezelî kudret öyle bir esastır ki ilimde râsih olanlar hariç, insanlar onu çözmekten âcizdirler. İlimde râsih olanlar ise, onun mânâsının künhüne vâkıf olmuşlardır. Halk tabakası, bizim kudretimize bir tür benzetmekle beraber onun mücerred lâfzı üzerinde durmuşlardır. Oysa böyle sanmak hakikatten uzaktır. Bunun izahı oldukça uzar. Fakat meşrûtun tahakkuku, şartın tahakkukuna terettüp ettiği gibi, meydana gelmekte de makdûratın (kudretin dahilinde olanların), bir kısmı diğer kısınma mütevakkıftır.
Bu bakımdan ezelî kudretten ilim olmadan önce irade, irade olmadan önce de hayat sudur etmez. Nasıl ki hayatın şartı olan cisimden hayatın meydana geldiğini söylemek caiz değilse, onun gibi tertip derecelerinin diğeri de düşünülmelidir. Fakat bazı şartlar bazen halk tabakasına görünür. Bazıları da ancak hakkın nûruyla keşfe mazhar olan havas tabakasına görünür. Aksi takdirde önde olanın öne geçmesi, geride olanın da geriye itilmesi, ancak hak ve lüzumla olur. Allah'ın bütün fiillerinde böyledir. Eğer bu olmasaydı takdim tehir, delilerin yaptığı gibi mânâsız bir hareket olurdu. Allah Teâlâ cahillerin sözünden yücedir. Buna şu ayetle işaret edilmiştir:
Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet etsinler diye yarattım. (Zâriyât/56)
Biz gökleri, yeri ve aralarındaki şeyleri, hak ile yarattık. (Hicr/85)
Bu bakımdan yer ve gök arasında her ne varsa bir tertip üzerine yaratılmıştır. Ancak bu var olan tertip üzerinde düşünülebilir. Bu bakımdan geciken ancak şartının beklemesi için gecikmiştir ve şarttan önce meşrûtun (şartlının) oluşu muhaldir. Muhale makdûr denilmez.
Bu bakımdan meni damlasından ilim, ancak hayat şartının olmayışından ötürü gecikir. İlimden sonra irade ancak ilim şartının olmamasından gecikir. Bütün bu vâcibin yolu, hakkın tertibidir. Bunun hiçbir şeyinde tesadüf yoktur. Bütün bunlar, belîğ bir hikmet, gizli bir tedbir iledir. Bunu anlatmak zordur. Fakat kudretin varlığına rağmen makdûrun şartın varlığı üzerinde durması için bir misal verelim ki hakkın başlangıçlarını zayıf zihinlere yaklaştırsın. Şöyle ki: Boğazına kadar suya dalmış, abdestsiz bir insan farzedelim. Abdestsizlik hükmü bu insanın su içinde bulunan azalarından kalkmaz. Her ne kadar su ile temas etmiş olsa da durum böyledir. Bu bakımdan ezelî kudretin hazır makdûrlarla temas etmesini, tıpkı suyun azalara temas etmesi gibi ve onlara yapışık olarak kabul et. Fakat şartı beklemek için su ile abdestsizliğin hükmünün kaldırılması meydana gelmediği gibi, o ezelî kudretle de makdûr meydana gelmez. Buradaki şart yüzün yıkanmasıdır. Bu bakımdan suda duran insan ne zaman yüzünü yıkarsa su diğer azalarına da tesir eder ve abdestsizliği ortadan kaldırır. (Bu izah tarzı Şâfiî'nin abdestteki görüşüne göredir; zira Şâfiî'ye göre abdestte tertip yani önce niyet, sonra yüz, sonra elleri dirseklere kadar yıkamak, sonra başı meshetmek, sonra ayakları topuklara kadar yıkamak farzdır). Bu bakımdan cahil bir kimse, çoğu kez yüzden abdestsizlik hükmünün kalkmasıyla, ellerden de hükmün kalktığını zanneder. Çünkü o hükmün ellerden kalkması yüzden kalkmasından sonra meydana gelmiştir. Zira o cahil der ki: Su daha önce azalara temas etmişti.
Fakat abdestsizliği kaldırmadı. Su, daha önce olduğu gibi kaldı. O halde daha önce yapmadığı bir işi, yüzün yıkanmasından sonra neden yaptı? Kollarda abdestsizliğin hükmü, yüzün yıkanması anında hâsıl olduğuna göre, kollardan abdestsizliği kaldıran, yüzün yıkanmasıdır. Bu söz, hareketinin kudretle meydana geldiğini, kudretin irade, iradenin de ilimle meydana geldiğini zanneden bir kimsenin zannına benzer bir cehalettir. Bu zanların tamamı yanlıştır. Çünkü yüzden abdestsizliğin hükmü kalktığında, yüzün yıkanmasıyla değildir ve ellere ulaşan su ile ellerden de abdestsizlik kalkmıştır. Oysa su bozulmamıştır. Eller de olduğu gibi duruyor. Onlarda bir değişiklik yoktur. Fakat şartın varlığı meydana gelmiş ve böylece illetin eseri belirmiştir.
İşte mukadderatın ezelî kudretten sâdır oluşu böyle anlaşılmalı. Oysa kudret kadîm'dir. Mukadderat ise hadîs! Bu, keşif âleminden başka bir âlemin kapısını çalmaktır. Bu bakımdan biz bütün bunları terkedelim. Çünkü bizim maksadımız, fiildeki tevhid yoluna dikkati çekmektir; zira hakikatte fâil birdir. Kendisinden korkulan, ümit edilen o fâildir. Ona tevekkül edilir, O'na güvenilir. Biz tevhid denizlerinden ancak Tevhid makamlarının üçüncü makamının denizinden bir katre zikrettik. Bunu tamamen anlatmak, Hz. Nuh'un uzun ömründe bile muhaldir. Bu tıpkı denizden damla almak suretiyle denizin suyunu boşaltmak gibidir. Bütün bunlar Lâ ilâhe illâllah kapısına dercolunur. Bunu söylemek dile ne kadar kolay! Bu lâfzın mânâsına inanmak kalbe kolay gelir. Bunun hakikatinin ve ilimde râsih olan âlimler nezdinde özünün bulunması ne kadar zor bir şeydir. Acaba râsih olmayanların yanında nasıl bulunabilir?
Soru: Tevhid ile şeriatın arasını birleştirmek nasıl mümkün olur! Oysa Tevhîd'in mânâsı 'Allah'tan başka fâil yoktur' demektir. Şeriatın mânâsı 'fiilleri kullara isnad etmektir'. Eğer kul fâil ise, Allah nasıl fâil olur? İki fâil arasında bir mef'ûlün bulunması aklın almayacağı bir şeydir.
Cevap: Evet! Eğer fâilin bir tek mânâsı olursa bu anlaşılmaz. Eğer failin iki mânâsı olup da fâil terimi, bu iki mânâ arasında mücmel ise o vakit biri diğerine zıt düşmez. Nitekim şöyle denilir: 'Emir filanı öldürdü!' ve yine şöyle denilir: 'Cellât onu öldürdü!' Fakat, emîr, burada bir mânâ ile kâtildir. Cellât ise başka bir mânâ ile kâtildir.
İşte böylece kul bir mânâda fâil, Allah Teâlâ başka bir mânâda fâildir. Allah Teâlâ'nın fâil olmasının mânâsı, O'nun varedici ve mûcid olmasıdır. Kulun fâil olmasının mânâsı, kul kendisinde ilim, ilimden sonra irade yaratıldıktan sonra kudretin yaratılmış olduğu bir merkezdir. Bu bakımdan kudret, iradeye, hareket de kudrete, şartın meşrûta bağlı olması gibi bağlıdır. Malûl'un illete, yapılanın yapana bağlanması gibi, gelip Allah'ın kudretine bağlanır. O halde ne şekilde olursa olsun, kudretle bağlantısı olan herşey için 'kudretin merkezi onun fâilidir' denir. Nitekim hem cellâda, hem de emîre kâtil denildiği gibi... Çünkü katl (öldürmek) ikisinin kudretine bağlıdır. Fakat değişik yönlerden bağlıdır. İşte bunun için de ikisinin fiili olmakla isimlendirilir.
İşte makdûratın iki kudrete bağlanması da böyledir. Bunun tevafuk ve tetabuku için Allah Teâlâ, Kur'an'da fiilleri bazen melek-lere, bazen kullara nisbet etmiş, başka bir zamanda da aynı fiilleri kendi nefsine nisbet etmiştir. Ölüm hakkında şöyle buyurmuştur:
De ki: Üzerinize vekil edilen ölüm meleği canınızı alır. (Secde/11)
Allah Teâlâ nefisleri öldürür. Ölmekte olan canları alır. (Zümer/42)
Ektiğinizi gördünüz mü? (Vâkıa/63)
Allah Teâlâ, 'tohum ekmeyi' bize izafe etti. Sonra şöyle buyurdu:
Biz yağmuru bol bol yağdırdık. Sonra toprağı güzelce yardık. Orada bitirdik taneler, üzümler, yoncalar... (Abese/25-28)
Nihayet ona ruhumuzu (Cebraili) gönderdik de kendisine düzgün bir insan şeklinde göründü. (Meryem/17)
Ona ruhumuzdan üfürdük. (Tahrîm/13)
Oysa ona üfüren Cebrail'dir. O halde sana Kur'an'ı okuduğumuz zaman onun okunuşunu takip et! (Kıyamet/18)
Bunun mânâsı 'Cebrail, Kur'anı sana okuduğu zaman onun okuyuşunu takip et!' demektir.
Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle onlara azap etsin! (Tevbe/14)
Görüldüğü gibi Allah, katli onlara, azap vermeyi kendi nefsine izafe etti. Azap vermek katlin ta kendisidir. Allah Teâlâ açıkça belirterek şöyle buyurmuştur:
Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. (Enfal/17)
Bu ayet, zâhirde nefyi (olumsuz) ve isbatı cem'etmiştir. Allah Teâlâ'nın attığı mânâ ile sen atmadın; zira sen kulun atıcı olduğu mânâ ile attın demektir. Çünkü bunların ikisi değişik mânâlardır. Yine Allah şöyle buyurmuştur:
O kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti. (Alâk/4-5)
Rahman Kur'an'ı öğretti.(Rahmân/1-2)
Sonra onu açıklamak bize düşer. (Kıyâmet/19)
Akıttığınız meniyi gördünüz mü? Onu (insan biçiminde) siz mi yaratıyorsunuz, yoksa biz miyiz yaratan? (Vâkıa/58-59)
Hz. Peygamber (s.a) rahimleri kontrol eden meleğin vasfı hakkında şöyle buyurmuştur:
O, ana rahmine girer, meni damlasını eline alır. Sonra onu beden hâline getirir ve şöyle der: 'Yârab! Bu erkek mi yoksa dişi mi olacak? Boyu düzgün mü olacak yoksa eğri mi?' Bunun üzerine Allah Teâlâ, dilediğini meleğe söyler, melek de yapar.
Başka bir lâfızda: 'Melek suretlendirir, sonra ona saadet veya şekavetle ruhu üfürür' demiştir.
Seleften bir âlim şöyle demiştir: 'Kendisine Ruh adı verilen büyük melek cesedlere ruhları üfürür! Onun her nefesi cesede giren birer Ruh olur ve ona Ruh ismi verilir. Bu melek ve sıfatı hakkında söylenenler hakikattir. Kalp erbabı, basiret gözüyle bunu görmüşlerdir. Bunun bundan ibaret olması cihetine gelince, bu ancak nakille anlaşılır. Nakilsiz hüküm vermek mücerred bir tahmin olur. Böylece Allah Teâlâ, Kur'an'da yer ve gökler hakkında delil ve ayetlerden bir kısmını zikrederek şöyle buyurdu:
Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussılet/53)
Allah kendisinden başka ilah bulunmadığına dair şahidlik etti. (Âlu İmran/13)
Kendi nefsi üzerinde delilin ta kendisi olduğunu beyan etmiştir. Bu ise, zıddiyet arzetmez. Delil getirme yolları değişiktir. Nice talip vardır ki Allah'ı mevcûdata bakarak tanımıştır. Nice talip vardır ki bütün mevcudatı Allah ile tanımıştır. Nitekim bazısının şöyle dediği gibi: Rabbimi rabbimle tanıdım. Eğer rabbim olmasaydı rabbimi tanımazdım.
Bu söz şu ayetin mânâsıdır:
Rabbinin her şeye şahid olması yetmez mi? (Fussilet/53)
Allah Teâlâ nefsini, biricik diriltici ve öldürücü olmakla vasıflandırmıştır. Sonra ölüm ve hayatı iki meleğe havale etmiştir. Nitekim haberde şöyle vârid olmuştur: ölümle hayat melekleri cedelleştiler. Ölüm meleği şöyle dedi:
- Ben dirileri öldürürüm!
- Ben ölüleri diriltirim!
Bunun üzerine Allah Teâlâ, ikisine vahiy göndererek şöyle buyurdu: İkiniz de işinize, sizi memur kıldığım sanata devam ediniz! Öldürücü ve diriltici benim. Benden başka öldüren dirilten yoktur'.
Madem ki durum budur, o halde fiil değişik yönlerde kullanılır. Böyle anlaşıldığında bu mânâların, biri diğerine zıt düşmez. Bu nedenle kendisine hurma verilen kimseye 'Al bu hurmayı! Eğer sen onun ayağına gelemeseydin o muhakkak sana gelecekti' denir.
Görüldüğü gibi, gelme fiilini, hem o hurmaya, hem de o adama izafe etmiştir. Oysa hurmanın insanın kendisine geldiği şekilde gelmediği malumdur. Tevbe eden bir kişi 'Ben Muhammed'e değil, Allah'a tevbe ediyorum' dediğinde, Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
Hakkı, ehli için tanıdı (hakkı ehline verdi).
Bu bakımdan kim bütün fiilleri Allah'a izafe ederse o, hak ve hakîkati bilen hakîkat sahibidir. Kim Allah'tan başkasına izafe ederse o, konuşmasında mecaz ve istiare kullanan bir kimsedir. Hakikatin bir yönü olduğu gibi, mecazın da bir yönü vardır. İsmi faili lugat ilmini tedvîn eden mucid için vaz'etmiştir. Fakat insanın da kudretiyle mûcid olduğu zannedilmiştir. Böylece hareketinden ötürü insana da fâil adı verilmiş ve bunun hakîkat olduğu zannedilmiştir. Aynı zamanda vehmetmiştir ki fiilin Allah'a nisbeti, katlin sultana nisbeti gibi mecaz yoluyladır.
Çünkü cellâda nisbet edilmesine bakılırsa katlin sultana nisbet edilmesi mecazdır. Ne zaman ki hakîkat ehline keşfolundu, emrin tam aksine olduğunu anladılar ve dediler ki: 'Ey lugatçi! Muhakkak ki fâil onu mucid için vazetmiştir. Bu bakımdan Allah'tan başka fâil yoktur. İsim hakîkaten O'nundur. Mecazen başkasına verilir'. Yani lugat ehlinin kastettiği mânâyı geçmek suretiyle başkasına bu isim verilir dediler. Nitekim ki mânânın hakîkat!, bilerek veya bilmeyerek bir bedevinin lisanı üzerine câri olduğunda Hz. Peygamber onu tasdik ederek şöyle buyurmuştur:
Şairin söylediği en doğru şiir, Lebid'in şu sözüdür: İyi bilin ki Allah'tan başka herşey bâtıldır.
Yani nefsi ile kaim olmayan, varlığı başkasına bağlı olan herşey nefsi itibarıyla bâtıldır. Onun hakikatı, kendi nefsiyle değil başkasıyladır. O halde, hakîkat açısında benzeri olmayan Hayy ve Kayyum'dan başkası nefsiyle kaim değildir! Çünkü zatıyla kaaim olan O... Onun masivası olan herşey O'nun kudretiyle kaaimdir. O halde O, hakkın ta kendisidir, O'ndan başkası ise bâtıldır.
Sehl et-Tüsterî şöyle demiştir: 'Ey miskin! Sen olmadığın halde O vardı! Olmayacağın zaman da O varolacaktır. Bugün olduğunda başladın Ben, Ben demeye.... Şimdi de olmadığın gibi ol! Zira O, bugün olduğu gibidir'.
Soru: Anlaşıldı ki herşey cebrdir. Öyleyse sevap, ıkab, öfke ve rıza'nın mânâsı nedir? O, kendi nefsinin fiilinden ötürü nasıl öfkelenir?
Cevap: Bunun mânâsına Şükür bahsinde işaret etmiştik. Tekrar etmekle kitabı uzatmak istemiyoruz. İşte tevekkül halini gerektiren tevhîd'den işaret etmek istediğimiz bu kadardır. Bu ancak rahmet ve hikmete iman etmekle tamam olur. Çünkü tevhid, sebeplerin müsebbibine bakmayı gerektirir. Rahmet ve sebeplerin müsebbibine güvenmeyi gerektiren imanı gerektirir, ileride geleceği gibi, vekile güvenmekle tevekkül hali tamamlanır. Kefilin güzel bakışına kalbin mutmain olmasıyla tamama erer. Bu imanda imanın kapılarından büyük bir kapıdır. Bu husustaki keşif ehlinin yolunu hikâye etmek oldukça uzun sürer. Bu bakımdan biz bunun özetini zikredelim ki tevekkül makamına talip olan bir kimse, kesin bir şekilde inansın. İçinde şüphe ve zâfiyet olmayan bir yakîn ile Allah Teâlâ bütün insanları akıllı ve âlim yaratsaydı, onlara nefislerinin taati yok edecek kadar ilim yaratıp vasfına nihayet olmayacak kadar hikmeti onların üzerine yağdırsaydı, sonra ilim, hikmet ve akıl yönünden tümünün sayısını fazlalaştırsaydı, sonra onlara işlerin neticelerini bildirseydi ve onları melekûtun sırlarına muttali kılsaydı, onlara lütfun inceliklerini ve neticelerin gizliliklerini bildirseydi, onun vasıtasıyla hayır ve şerre, fayda ve zarara muttali olsaydılar, sonra onlara mülk ve melekûtu, kendilerine verilen ilim ve hikmetle tedbir etmeyi emretseydi, tümü birleşip işleri düzene sokmaya çalışsaydı yine de Allah Teâlâ'nın dünya ve ahirette halkı tedbir ettiği gibi, bir sivrisinek kanadı kadar, ne artış, ne de düşüş kaydedemezlerdi. Bundan ne bir zerreyi kaldırabilirler, ne de bir zerreyi alçaltabilirlerdi. Ne bir hastalığı, ne bir ayıbı, ne bir eksikliği, ne bir fakirliği veya bir kimsenin derdini, sıhhatli olan bir kimsenin sıhhatini, kemâli, zenginliği, faydayı kaldırmaya da güçleri yetmezdi.
Allah Teâlâ'nın göklerde ve yerde yaratmış olduğu şeylere dikkatle bakarlarsa, uzun uzun düşünürlerse orada ne bir fazlalık ve eksiklik ve ne de sanatta bir gevşeklik göremezler. Allah'ın kulları arasında paylaştırdığı rızık, ecel, sevgi, üzüntü, âcizlik, kudret, iman, küfür, taat ve mâsiyetin hepsinin katıksız bir adalet olduğunu, içinde zerre kadar zulüm bulunmadığını görürler. O uygun olan bir şekilde meydana gelen hak bir tertiptir. İmkânda asla bundan daha güzeli, daha tamamı, daha mükemmeli yoktur. Eğer olsaydı, kudretiyle beraber bunu esirgeyip fiiliyle yaratıklara ihsan etmeseydi, o zaman bu sonsuz cömertliğine zıt düşen bir cimrilik, adaletine zıt düşen bir zulüm olurdu! Eğer kâdir olmasaydı ulûhiyyete zıt düşen acizlik olurdu. Dünyada olan her fakirlik ve zarar dünyada eksiklik olsa da ahirette artıştır. Ahirette olan her eksiklik, bir şahsa nisbeten eksiklik ise de başkasına nisbeten nimettir; zira gece olmasaydı gündüzün kıymeti bilinmezdi. Hastalık olmasaydı sıhhatliler sıhhatlerinden zevk almazdı. Ateş olmasaydı cennet ehli nimetin kıymetini takdir edemezdi. Nasıl ki hayvanlar insanlar için feda ediliyor ve insanlar onları kesiyor ve bu hareket zulüm sayılmıyorsa, kâmilin nak-îse takdimi adaletin ta kendisi ise, aynen onun gibi, cennet sakinlerine nimetin kat kat verilmesi, cehennem sakinlerine cezanın kat kat tatbik edilmesinden doğar. İman ehline, küfran ehlini feda etmek adaletin ta kendisidir. Eksik olmasaydı, mükemmel bilinmezdi. Hayvanlar yaratılmasaydı insanın şerefi ortaya çıkmazdı; zira kemâl ve eksiklik, nisbî olarak belirir. Bu bakımdan cömertlik ve hikmetin gereği, kâmili ve eksiği birlikte yaratmaktır.
Nasıl ki kangrenli elin, bedenin selameti için kesilmesi adaletse çünkü eksiği kâmile feda etmektir aynen onun gibi, dünya ve ahiret hususunda, halk arasında bulunan taksimdeki değişiklik de böyledir. Bütün bunlar adalettir, zulüm değildir. Haktır oyuncak değildir.
Bu konu, pek engin, etrafı geniş, dalgalı ve genişlikte tevhid denizine yakın bulunan başka bir denizdir. Bu denizde eksik olanlardan nice gruplar boğulmuştur. Bunun ancak âlimlerin aklıyla çözülen bir sır olduğunu bilememişlerdir. Bu denizin ötesinde birçok insanların hakkında şaşkına döndüğü kudret sırrı vardır. Öyle bir sır ki keşif ehli dahi onun sırrını ifşa etmekten menolunmuşlardır. Kısacası; hayr ve şer Allah'ın kaza ve kaderiyledir. Meşiyetin gereği olarak takdir edilen muhakkak olur. Onun hükmünü geri çevirecek yoktur. O'nun kaza ve emrini geri aldıran hiçbir şey mevcut değildir. Küçük ve büyük herşey yazılıdır. Onun meydana gelmesi malum ve beklenilen bir miktarladır. Sana isabet edecek şeyin, sana isabet etmemesi hiçbir zaman sözkonusu değildir. Sana isabet etmeyen bir bela da hiçbir zaman sana isabet edecek değildir.
Kaynak : İhya-u Ulumiddin - İmam Gazali